Roma dünyası oldukça kanlıydı. Bağışlamaya yer yoktu. İki yüzyıl süren yayılma politikası ve iç çekişmelerin ardından, ünlü Pax Romana (Roma Barışı) sağlandı. Dördüncü yüzyılda Konstantin zamanında, gelişmiş askeri silahlar imparatorluğun ideallerini büyük ölçüde aştı. Yarım milyon askere sahip oldular.
Roma’nın ilk imparatoru, M.Ö. 40’lı yıllardaki iç savaşın ardından iktidara geldi. Augustus unvanını benimseyen Octavius, yönetiminde erdem ve sadelik gibi değerleri benimsedi. Julius Caesar’ın ailesi, tanrıça Venüs’ün soyundan geldiğini iddia ediyordu. Bundan dolayı Caesar’ın MÖ 44’te öldürülmesinin ardından göklere yükseldiğine inanıldı. Augustus yaşamı boyunca kendisine tapınılmasını reddetti, ancak ‘ilahi olanın oğlu’ unvanını benimsedi ve bu unvanı imparatorluk ikonografisinde sık sık kullandı. Romalılar atalarının geleneklerini ve ideallerini geri getirmek için Augustus’a yöneldi. Onun yönetimi sırasında Roma, dünyanın en büyük imparatorluğu haline geldi.
Romalılar kutsal alan ve kurban konusunda net bir anlayışa sahip olmaları ve devasa tapınaklar inşa etmelerine rağmen doğru ve yanlış inançları ayırt etmekle ilgilenmiyordu. Kutsal olanla dünyevi olan, siyasi olanla dini olan iç içeydi. Erken Hristiyanlık döneminde imparatorluk kültü, Roma diniyle bağlantılı her şeyin kapsayıcı bir sembolü haline geldi. Halk, imparator adına kurbanlar kesmeye başladı. Tanrıların yeryüzündeki vekili ve halkın tanrılar önündeki temsilcisi olarak imparatorun kişiliğine odaklandılar. ‘Saygıdeğer, Kurtarıcı, Devletin Babası, Baş Rahip ve Kâhin’ olarak adlandırıldılar.
Birinci yüzyılın sonunda, İmparator Domitianus (81-96) sadece ‘ilahi olanın oğlu’ olarak anılmakla kalmadı, ‘Dominus et deus’ (Rab ve Tanrı) unvanını aldı. Romalılar tanrılara tapınmayı ve onlara sunulan kurbanları gerekli görüyordu. Romalılar sözleşmeleri ve yasaları kurbanla mühürlerdi. Evlilikler kutsanır ve aileler refaha kavuşurdu. Uygun şekilde sunulan kurban, hastalıkları önler ve günlük yemeği güvenli hale getirirdi. Grekler ve Romalılar tanrılara kurban vermenin üç nedeni olduğuna inanırdı: tanrıları onurlandırmak, onlara minnettarlıklarını ifade etmek ve beklenti içine girmek.
Tarihçiler, Romalı bir yazarın Genç Plinius’tan bahsettiğini görür. Genç Plinius, imparator Trajan yönetiminde (İ.S. 98-117) Bitinya valisiydi. Hristiyanlığı sapkın bir tarikat olarak adlandırdı. Hristiyan toplulukları yaklaşık 100 yıl içinde birkaç kent merkezinde ortaya çıktı, ancak imparatorluk tarafından fark edilmedi. Kaçınılmaz çatışma, Hristiyanlığın yayılmasının ve Roma’nın iddialarıyla çarpışmasının bir sonucu olarak ortaya çıktı. Hristiyanlar herhangi bir imparatoru değil, İsa’yı Dominus et deus (Rab ve Tanrı) olarak kabul etmişlerdi. Üçüncü yüzyılın ortalarına dek Romalılar, Hristiyanları Yahudilerden yozlaşmış bir halk olarak görüyordu. Hristiyanlığın iddiaları, tapınma şekli ve ideolojileri Roma’nın şüphesini ve çoğu zaman öfkesini uyandırdı. Tanrılara topluca kurban sunulması emredildiğinde, Hristiyanların emre boyun eğmemesi küfür nedeniydi.
Hristiyanlara yönelik zulümler, Decius (249-251) yönetiminde üçüncü yüzyılın ortalarına dek yaygın değildi. Yine de Hristiyanlar ilk yıllardan itibaren baskı ve zulme tanıklık etti. Kadınlar ve erkekler sahip oldukları umudu paylaşmak üzere yargıçların önüne çıkarıldı. Zulüm kayıtlarına martyrium (şehit mektupları), passio (çile anlatısı) veya acta (şehitlerin eylemleri) adı verildi. Şehit mektupları, inanlılar arasında en bilineniydi ve bazıları günümüzde de varlığını sürdürmektedir. Hristiyanlar şehitlik kavramını Yahudi mirasından, özellikle de Makabiler’in hikayelerinden almıştır. Bununla birlikte, öncelikle İsa’nın gücü ve umuduna dayanıyorlardı (1.Ko. 15:13-14).
İsa, öğrencilerini zulüm görecekleri konusunda defalarca uyardı (Mat. 10:16-42, Yu. 15:18-35). Matta 5:10-12’de İsa şöyle der: ‘‘Ne mutlu doğruluk uğruna zulüm görenlere! Çünkü Göklerin Egemenliği onlarındır. Benim yüzümden insanlar size sövüp zulmettikleri, yalan yere size karşı her türlü kötü sözü söyledikleri zaman ne mutlu size. Sevinin, sevinçle coşun! Çünkü göklerdeki ödülünüz büyüktür. Sizden önce yaşayan peygamberlere de böyle zulmettiler.’’
İlk Hristiyanlar şehitliğin kanla yapılan bir vaftiz ve Mesih’in acılarının içildiği bir komünyon (Rab’bin sofrası) olduğuna inanmışlardır (Mat. 20:22). Pavlus, Filipi’deki kiliseye yazdığı mektupta iman uğruna acı çekmenin gücüne değinmiştir (Flp. 3:10). Kutsal Ruh, şehitleri doldurarak onlara görümlerle seslendi ve acılara dayanmaları için doğaüstü bir güç verdi.
Romalıların inancının aksine Hristiyanlar kurban olarak kendilerini sundu. İkinci yüzyılın sonlarına doğru, Hristiyanlar Marcus Aurelius’un (160-180) zulmüne maruz kaldı. Commodus döneminde (180-192) kısa süreli bir barışın ardından Hristiyanlar, Septimius Severus (193-211) döneminde şiddetli zulme maruz kaldı. Tertullian, yazılarında bu zulümlere yer verdi. Ardından Hristiyanlar arenalarda gladyatörlerle yüzleşmek zorunda kaldı.
Hristiyan şehitler arasında genç – yaşlı, eğitimli – eğitimsiz, kadın – erkek, köle – özgür, Romalı ve yabancılar vardı. Hepsi kararlılıkla Roma’ya karşı durdu. Arenalardaki izleyiciler Hristiyanların korkmasını veya af dilemesini bekliyordu. Ancak Hristiyanlar korkunç zulümlere karşı sakince durdu ve hatta sevinçle karşılık verdi. 203 baharında Kartaca’da gladyatörlerle yüzleşmeye mahkum edilen Perpetua ve kölesi Felicity, cesaretle arenaya girdi. Cennete yürüyormuş gibi sakin bir halde arenaya sevinçle çıktılar. Perpetua, herkesin bakışlarını yere indiren güçle oldukça sakindi. Yeni doğum yapan Felicity ise bebeğini kucağına aldığı için seviniyordu. Kemiğine sert bir darbe alan Perpetua, acemi gladyatörün elini kendi boğazına götürdü. Böyle güçlü bir kadın, kendisi istemedikçe başka biri tarafından öldürülemezdi. Şehitlik, sonsuz yaşama yönelik bir tanıklıktı.
Cennetin Vatandaşları
Bu, ikinci ve üçüncü yüzyıl inanç savunucularının eserlerinde tam ifadesini buldu. ‘‘Oysa bizim vatanımız göklerdedir. Oradan Kurtarıcı’yı, Rab İsa Mesih’i bekliyoruz’’ (Flp. 3:20). Diyognetus’a Mektup şu ifadelerde bulunur: ‘‘Hristiyanlar kendi ülkelerinde yaşıyorlar, ancak yerleşik değiller. Vatandaş olarak her şeye katılıyorlar, ancak yabancı olarak her şeye katlanıyorlar. Yaşamlarını yeryüzünde sürdürürler, oysa uyrukları gökyüzüne aittir.’’
Hristiyanlar kimseyi incitmedi, düşmanlarına bile nezaket ve yardımseverlik eylemleriyle karşılık verdi. İmparatorluğun esenliği için Tanrı’ya dua ettiler. Hippolytus şöyle yazmıştır: ‘‘Hristiyanlara zulmetmede ve eziyet etmede şeytanın yolu budur: Kutsalların duasının dünya için barış, kötüler için ceza getirdiğini bilerek, Tanrı’ya dua etmek için kalkan elleri engellemektir. Hristiyanlar, eylemlerinin kötülerin tövbe etmesi ve Tanrı’nın otoritesinin kabul edilmesi için bir çağrı olarak yorumlanması gerektiği konusunda ısrar ettiler. Bu bir sivil itaatsizlikti.’’
KAYNAKÇA: https://christianhistoryinstitute.org/magazine/article/serving-the-true-lord-and-god-ch-147