Onları Küçümsememek, Aramıza Katılmalarına İzin Vermek, Onları Yargılamamak veya Gücendirmemek
Romalılar mektubunun önceki her iki bölümü de sevginin üstünlüğünü vurgulamıştı; düşmanlarımızı sevmek (12:9,14,17) ya da komşularımızı sevmek (13:8). Pavlus şimdi “sevgiyle uyumlu yürümek” konusunun uygulamada ne anlama geldiğini göstermek için uzun bir örnek kullanır (14:15). Konu, “zayıf olan” ve “güçlü olan” olarak adlandırılan Roma’da bulunan Hıristiyan topluluğundaki iki grup arasındaki ilişkilere değinir: “imanı güçlü olan bizler, güçsüzlerin zayıflıklarını yüklenmeye borçluyuz” (15:1).
Pavlus’un burada sözünü ettiği güçsüzlüğün irade ya da karakterle değil, imanla ilgili olduğunu hemen başlangıçta belirtmemiz önemlidir (14:1). Bu, “bir kişinin imanının, bazı şeyleri yapmaya izin verdiğini gösteren zayıflıktır.” Bundan dolayı daha güçsüz bir kardeşten söz edersek kastettiğimiz, ayartma tarafından kolayca etkilenebilecek bir Hıristiyan değil, vicdanı bazı şeyleri yapmaya elvermeyen ve kararsızlıklarla dolu, duyarlı bir Hıristiyan’dır. Güçsüz kişinin eksikliği, özdenetimin gücü değil, vicdanının özgürlüğüdür.
Roma topluluğundaki güçsüzler ve güçlüler kimlerdi? Güçsüz kişilerin kimliğine ilişkin dört ana öneride bulunulmuştur. Güçlüler ise buna karşıt olarak tanımlanırlar.
İlk öneri, güçsüzlerin putperestlikten tövbe eden kişiler olduğudur; Pavlus’un Korint’te karşılaştığı ve 1.Korintliler 8.bölümde kendilerine ilişkin yazdığı aynı gruptur. Şimdi putperestlikten kurtulmuş olmalarına rağmen aşırı hassas vicdanları onlara, kasapta satılmadan önce bir puta kurban edilen eti yemeyi yasaklamaktadır. Bu kardeşler, putlara kurban edilen hayvanların etlerini yemenin(eidolothyta) ödün vermek olduğunu düşünüyorlar ve bundan dolayı lekelenmekten korkuyorlardı.
Romalılar 14.bölümü, 1.Korintliler 8.bölümle karşılaştırdığımızda, belirgin bazı benzerlikler gözümüze çarpar. Her iki bölüm de bir yiyeceği yemek ya da o yiyecekten uzak kalmak konusundadır; güçsüzlerin sürçmesine neden olmaktan, vicdan kutsallığından, Hıristiyan özgürlüğünün gönüllü sınırlamasından ve “Mesih’in, uğruna öldüğü kardeşten” söz eder.
Ancak Romalılar 14.bölümde putlara sunulan hayvan etlerinden bahsedilmez ve tartışmaya putperestlik konusunun dâhil edildiğine dair hiçbir ima yoktur. Her ne kadar iki tartışma da aynı ilkelerin bazıları bulunsa da varmamız gereken sonuç, Korint ve Roma’daki durumların birbirlerinden farklı olduklarıdır.
İkinci öneri, güçsüzlerin çileciler grubundan oldukları hakkındadır. Emin olmak için, eski zamanlarda inançla ilgili çilecilik geniş çapta yayılmıştı….ve bu durum belgelerle kanıtlanmıştı. Bundan dolayı çilecilik düşünceleri ve uygulamaları Roma kilisesine sızmış olabilirdi. Çilecilik hareketleri, hem putperestlikte (örnek: Yunan düşünürü Pitagor’un ruh göçüyle ilgili öğretişini izleyenler) hem Yahudilikte (örnek: Filistin’de yaşamış olan Musevi bir mezhebin üyeleri). Bu tür bir çilecilik, güçsüzlerin et kadar şaraptan da neden uzak durduklarını açıklayabilir (14:21). Ancak bunun ötesinde bilgi için kanıt eksiktir.
Üçüncü öneriye göre, C.K. Barrett, güçsüz olarak adlandırılan kişilerin legalistler olduklarıydı. C.K. Barrett’in önerisine göre, “imanı güçsüz olanlar” bu mektubun her sayfasında vurgulandığı gibi, temel ilkeyi kavrayamamışlardı; insanların aklanması ve Tanrı’yla barışmaları, sebze yiyerek, Pazar gününün kutsallığına önem vererek ya da içki içmeyerek değil, yalnızca imanla gerçekleşmesiydi. Başka bir deyişle, güçsüzler (imanı güçsüz olanlar) yaptıklarını ve yapmadıklarını kurtuluş için gerekli işler olarak görmekteydiler. Ancak Pavlus Galatyalılar mektubunda, böyle davranarak lütuf Müjdesi’ni çarpıtanlara ciddi bir lanet duyurmuştu (Gal.1:8); Pavlus, Roma’daki güçsüzlere karşı böylesine nazik, onlara öfke duymadan davranabilir miydi? Müjde’nin özünü tehlikeye atmadan böyle davranabilir miydi?
Dördüncü ve en akla yakın öneri güçsüzlerin, Yahudi düzenlemeleriyle ilgili yiyecek ve kutsal gün yasalarına sürekli bir adanmışlıkta ısrar eden Yahudi Hıristiyanların büyük bir bölümü olduğuydu. Yiyecek konusuna gelince, yalnızca temiz yiyecekleri yiyerek Eski Antlaşma’daki yiyecek yasalarına uyarlardı (14:14,20). Ayrıca yedikleri etin, şeriata uygun kesilmiş hayvan eti olduğuna ilişkin kuşkuları olmamalıydı, ya da bundan emin olmanın zorluğu nedeniyle et yemekten tamamen vazgeçmiş olabilirlerdi. Özel günlere gelince, bu kişiler hem sept gününü hem de Yahudilerin bayramlarını kutlarlardı. Tüm bunlar, Yahudi bir Hıristiyan’ın koşullarına uymaktadır.
Pavlus’un güçsüzlerle ilgili yatıştırıcı davranışı (güçlülere, güçsüzleri küçümsememelerini, sert bakış ya da sözlerle onların gözünü korkutmamalarını, onlara zarar vermemelerini ister), aynı zamanda güçsüzlerin vicdanlarını korumak ve güçlüleri sınırlamak için tasarladığı Yeruşalim Konseyi’nin buyruğuna uymaktı. Sünnetin, kurtuluş için gerekli olmadığını kesin olarak belirttikten sonra (tartışmadaki ana teolojik ilke). Konsey, Yahudi Hıristiyanlara yalnızca farklı kültürel kutlama uygulamalarını sürdürme özgürlüğü vermekle kalmıyor, aynı zamanda diğer uluslardan olan Hıristiyanlardan, duyarlı Yahudi Hıristiyan vicdanını etkileyecek olan uygulamalardan uzak kalmalarını da istiyordu (örnek, eidolothyta ‘dan kaçınmaları ve şeriata uygun kesilmemiş hayvan eti yememeleri), (Elç.15:19, 27). Elçi Pavlus, hiç kuşkusuz kendi hizmetinde ölçü belirleyen bu ilkeleri izlemiş ve izlenen yol hakkındaki prensipleri ödün vermeden kabul etmişti (Elç.16:3; 21:20; Gal.6:12; 1Ko.9:20).
Bunun da ötesinde Romalılar 14:1-15:7 ayetlerindeki arka planda bulunanı ve tutucu zihinli Hıristiyanları (genellikle Yahudiler), özgür düşünceli Hıristiyanları (genellikle diğer uluslar), Hıristiyan paydaşlığında bir arada olabilmelerini sağlayacak amacını anlamaktır, aynı zamanda Pavlus’un açık ve düzgün ifadeli sonucuna ulaşması için yolu hazırlar (15:5).
Pavlus’un sonucunda güçlüler ve güçsüzler gözden kaybolur, Yahudiler ve diğer uluslardan olan imanlılar yerlerini alırlar, barışmış olan bu çok ırklı topluluk “tek yürek ve tek ağız” olarak görkemli Müjde uyumuyla Rabbimiz İsa Mesih’in Babası ve Tanrısı’na tapınırlar (6).
Grupların aynı olmadıklarını söylememiz gerekir; bazı üst üste gelişler mevcuttur. Metin bize, güçsüzlerin Yahudi Hıristiyanlardan, güçlülerin diğer uluslardan olan Hıristiyanlar oldukları konusunda kesin bir eşitleme yapmamıza izin vermez. Çünkü hiç kuşkusuz güçsüzlerin bazıları diğer uluslardan olan imanlılardı, Tanrı’dan korkan ve havraya yavaşça sokularak Yahudilerin geleneklerine alışmış olarak büyüyen kişilerdi. Oysa güçlülerin bazıları Pavlus gibi eğitimli bir vicdan geliştirmiş olan ve Hıristiyan özgürlükleri ile sevinen Yahudi Hıristiyanlardı. Pavlus’un kişisel konumu kesinlikle buydu. Pavlus, güçlülerin konumunun doğru konum olduğuna inandığını açıkça belirtir (14:14,20); bölüm boyunca güçlülerin bakış açısından konuyu ele alır ve kendisini açıkça “biz güçlü olanlar” (15:1) ifadesiyle birleştirmiştir.
Prof Dunn, daha ileri gider. Roma’daki gerginliklerin, kendilerini elzem bir Yahudi hareketinin bir parçası olarak gören ve bu nedenle Yahudi adetlerinin farklı özelliklerini yerine getirmeye zorunlu olan kişiler ve Yahudi titizliğinden üstün gelen bir Müjde’yi Pavlus’la birlikte paylaşan kişiler arasındaki gerginlik olarak görürdü. Her ne kadar yiyecek, Yahudileri putperest komşularından farklı kılsa da (Babil kentindeki Daniel’in örneği gibi) Makpena Yahudiliğindeki kriz, bu yiyecekle ilgili yasaları Yahudi olmanın kontrol edildiği bir unsur olarak, antlaşmaya ve ulusa olan bağlılığın bir işareti olarak görülürdü.
Aslında yiyeceklerle ilgili kurallar, Yahudileri diğer uluslardan ayıran sınır işaretlerinin en belirginlerinden birini oluştururdu. Sept gününün yerine getirilmesi farklı bir konuydu. Böylece “murdar yiyecek yemek ve sept gününü yerine getirmemek,” antlaşmaya olan bağlılığın ihlal edildiğine ilişkin iki ana özellik olarak sıraya dizilirdi.
Sertlik ise antlaşma sadakatini koruma konusunda temel öneme sahipti. Bundan dolayı James Dunn şu sonuca varır: Romalılar 14-15.bölümlerini, önemsiz konuların bir tartışması olarak karakterize etmek, ilk Hıristiyanlığın öz anlayışıyla ilgili konunun merkezi ve elzem doğasının önemini yok eder.
Tüm bunlar hiç kuşkusuz doğrudur ve iyi söylenmiştir, ama yalnızca Pavlus’un, bu konuyla ilgili konumunu açıklığa kavuşturmak için hemen devam etmeye karar verirsek.. .çünkü Pavlus bu bölümlerdeki ısrarı ile stratejisini önemli hale getirir, Müjde’nin bakış açısından, yiyecek ve kutlama günleri ile ilgili konular kesinlikle önemsizdirler. Pavlus “Tanrı’nın Krallığı’nı,” “yiyecek ve içecek” ile yan yana koyduğunda acı sözler içeren yaklaşımlarda dahi bulunur. Ancak bunlar kıyaslanamazlar (14:17), Pavlus “yiyecek uğruna Tanrı’nın işini bozma” (14:20) ifadesiyle güçlülere yalvarır.
Bugün de aynı şekilde bu konularda mantık yürütülmesi gerekir. Önemsizleri, özellikle adet ve kutlamalarla ilgili konuları önemli düzeyine getirmemeli, onları, öğretiş doğruluğu ve paydaşlık koşulları için ölçü olarak kullanmamalıyız. Aynı şekilde bunlar yalnızca kültürel ve fazla önemli konular değilmişçesine temel teolojik ya da ahlak sorularının değerini düşürmemeliyiz. Pavlus her iki konuda da farklılığı vurgulamıştı; biz de aynı şeyi yapmalıyız.
Pavlus, herkesin kendi düşüncesini kabul etmesi konusunda ısrarlı değildir; mektubunun ilk bölümlerinde olduğu gibi, kurtuluş yolunun tekliği konusunda ettiği ısrarı burada tekrarlamaz. Hayır, Roma’daki konular dialogismoi (1), “kuşkulu noktalar” (NEB) ya da “tartışılabilir konular” (NIV), “düşünceler” (RSV), tüm Hıristiyanların kabul etmeleri gerekmiyordu, 16.yüzyıl reformcuları bu konuları adiaphora, “kayıtsızlık konuları” olarak adlandırırlardı. Bu konular, bu bölümde olduğu gibi adetler, kutlamalar ya da iman ikrarının veya Müjde’nin bölümü olmayan ikincil inançlardı. Her durumda Kutsal Yazılar’da net olarak açıklanan konular değillerdi. Günümüzde bu tür uygulamaları vaftiz şeklinde (tüm bedeni suya daldırma ya da başa su dökme), piskoposlar tarafından onaylanan konular (bunun Hıristiyanlığın yasal bir bölümü olup olmadığı), bir nikâh yüzüğünü vermek ya da almak (7.yüzyılda püritenler tarafından hararetle tartışılan bir konu) ve kozmetik, mücevher ya da alkol kullanımı gibi konuları sıralayabiliriz. Eski Antlaşma peygamberliğinin nasıl yerine geleceği, bin yıllık dönemin ne zaman ve nasıl başlayacağı, mucizevî “belirti ve harikaların” sık sık mı yoksa seyrek olarak mı gerçekleşmelerinin tasarlandığı, tarihin eskatoloji ile ilişkisi ve hem cennetin hem de cehennemin kesin doğası gibi konular Kutsal Yazılar’da açıkça bildirilmezler. Bu ve diğer konularda bugün, 1.yüzyılda Roma’da olduğu gibi sorun. Kutsal Yazılar’ın ya sessiz kaldığı ya da açıkça belirtmediği konularda, Hıristiyan paydaşlığını karışıklıktan korumak için vicdan farklılıkları karşısında nasıl davranılacağıdır.
Bu bölümün bir başka özelliği dikkatimizi çekmeyi hak eder; Pavlus’un teoloji ve ahlak konusundaki dikkat çekici karışımı. Pavlus bir yandan günlük ve olağan konulardan söz ederken, aynı zamanda onları çarmıhın gerçeklerinde, dirilişte ve yargıda temellendirir. Griffıth Thomas, Romalılar 14.bölüm konusundaki yorumuna şu uygun başlığı vermişti: “Alçakgönüllü Görevler İçin Yüksek Öğretişler.
Pavlus’un bu uzun bölümdeki (14:1-15:13) kanıtının ana hatları aşağıdaki gibidir. Pavlus önce, tüm tartışmayı destekleyen, kabul edilmenin temel prensibini (özellikle imanda güçsüzlerin kabul edilmesi) ele alır. Pavlus’un ifadesi olumludur (“kabul edin”), yine de sınırlar koyar (“tartışılabilir konularda yargıda bulunmaksızın” 1). Sonra ikinci olarak bölümün tamamında, olumlu ilkesinden hareket eden üç olumsuz sonuç geliştirir. Okuyucularına, imanda güçsüzleri küçümsememelerini ve yargılamamalarını söyler (2-13 a); imanda güçsüzleri gücendirmemeli ve yıkmamalıdırlar (13b- 23); ve kendilerini hoşnut etmek yerine, Mesih’in bencil olmayan örneğini izlemelidirler (15:1-4). Sonuç olarak Pavlus Tanrı’ya tapınma konusunda Yahudilerin ve diğer ulusların birliğini kutlar (15:5-13).
1- Olumlu İlke (1)
Olumlu ilkede iki bölüm bulunur. Birincisi, imanda güçsüzleri kabul edin (1a). Bu, kardeşlerin ne olduklarını gizlemek ya da görünüşlerini değiştirmek gibi bir girişimde bulunmadığına dikkat çekelim. İmanda zayıftırlar (buradaki anlamı “inanç” tır), olgun olmamaktır, bilgisizliktir ve Pavlus’un açıklayıcı kanıtında belirtildiği gibi, aslında imanda zayıf olanlar hatalıdırlar. Ama bundan dolayı kendileri kınanmamalı, önem verilmelidir, ya da en azından bu aşamada düzeltilmemelidirler, bunun yerine Hıristiyan paydaşlığına kabul edilmelidirler. Proslambano sözcüğünün anlamı “insanları kabul etmenin” ötesindedir; burada ifade edilen, ait olma haklarını ve var olduklarını kabul etmektir; “kişiyi topluluğa, eve ya da tanıdık çevresine almak veya kabul etmek” (BAGD). Bunun anlamı, kişiyi paydaşlığa ve yüreklere kabul etmektir. Bu davranış, içten sevginin sıcaklığını ve nezaketini belirtir. Böylece Yeni Antlaşma’da Filimon bölümünde Onesimus’u, elçiyi kabul ettikleri gibi kabul etmeleri gerektiği söylenirken kullanılmıştır (Flm.17); Onesimus, deniz kazasına uğramış kişilerin kıyıya yüzdükten sonra onları kabul etmiş bir Maltalıdır (Elç.28:2 ?) ve hatta İsa da halkını, cennete huzuruna kabul etmeyi vaat eder (Yu.14:3).
“Kabul etme,” bugün haklı olarak rağbet gören bir sözcüktür. Teolojik açıdan Tanrı’nın bizi kabul etmesi, aklanma ile ilgili terimle iyi uyum içindedir. Ama “koşulsuz kabul etme” konusundaki sözler hakkında tedbirli olmalıyız, hiçbir soru sorulmadan ve hiçbir koşul aranmadan herkese üyelik sunan bir “açık kilise” kavramı, incelenip tartışıldığında dikkatli olunması gerekir.
Tanrı’nın sevgisi gerçekten koşulsuz olmasına rağmen, bizi kabullenmesi koşulsuz değildir. Çünkü bu, bizim tövbe etmemize ve Isa Mesih’e iman etmemize bağlıdır. “Tanrı onları kabul ettiği için” (14:3) güçsüzleri kabul etmemiz gerektiğini (14:1) ve bir kişiyi “Mesih’in bizi kabul ettiği gibi” (15:7) kabul etmeyi düşündüğümüzde bunu akıldan çıkarmamalıyız.
İkinci olarak, kabul etme ilkesine değindikten sonra, bu ilkenin tartışılabilir konularda yargıda bulunmaksızın yerine getirilmesi gerekir (1b). Her iki Grekçe sözcük de anlam dizilerine sahiptirler. Diakriseis (yargıda bulunmak olarak çevrilir) tartışmalar, çekişmeler ya da yargılar anlamına gelir ve dialogismoi düşünceler, vicdan sorunları ya da “vicdanın kaygılı iç tartışmaları” anlamına gelebilir. O zaman Pavlus, güçsüz kişiyi sıcak ve içten bir hoş geldin ile aramıza almamızı söylenmektedir; “bu kişinin kuşkuları hakkında onunla tartışmaksızın” ya da vicdan sorunlarını (REB), ya da “düşünceler üzerine tartışmaksızın” (BAGD) topluluğa kabul etmeliyiz. Başka bir deyişle, kiliseyi başlıca karakteri kanıtlar olan bir tartışma salonu haline dönüştürmemeliyiz; zayıf kişilerin sanık yerine oturtuldukları, sorguya çekildikleri ve suçlandıkları bir mahkeme salonu haşine getirmemeliyiz. Onları aramıza kabul etmek, düşünceleri için onlara saygı göstermemiz gerektiği anlamına gelir.
2- Olumsuz Sonuçlar (14:2-15:13)
a. İmanı zayıf olanı hor görmeyin veya yargılamayın (14:2-13 a)
Pavlus’un kanıtının amacını kavrayabilmemiz için, öğütlerinin temellendiği her özel teolojik gerçeğine dikkat çekmek için yararlı olabilir. Pavlus dört öğüt verir.
(i) Tanrı onu kabul ettiği için siz de kabul edin (2-3)
Pavlus, güçlülerin ve güçsüzlerin, korku içinde olanların ve özgür olanların birbirlerine nasıl davranmaları gerektiği konusundaki ilk örneğini yiyecekler konusundan seçer. Bir kişinin imanı, onun her şeyi yemesine izin verir, Mesih’teki özgürlüğü onu yiyecek konusundaki vicdan sorunlarından özgür kılmıştır, ama imanı zayıf olan başka biri yalnızca sebze yer (2). Bunun nedeni büyük olasılıkla bu kişinin prensip olarak ya da sağlığı nedeniyle bir vejetaryen oluşu değildir, çünkü şeriat kurallarına uygun kesilmemiş eti asla yememesi için başka hiçbir et yemeyerek inancını tehlikeyi atmaktan koruduğunu düşünür. Bu Hıristiyanlar birbirlerine nasıl bakmalıdırlar? Her şeyi yiyen kişi (güçlü) her şeyi yemeyen kişiyi hor görmemeli ve her şeyi yemeyen kişi (güçsüz) her şeyi yiyen kişiyi yargılamamalıdır.
Güçlülerin, güçsüzleri neden “hor görmemeleri” ve güçsüzlerin, güçlüleri neden “yargılamamaları” gerektiği belirtilmemiştir. Belki de nedeni güçlülerin, zayıfların güçsüzlüğüne acımak için ayartılmamaları, güçsüzlerin ise, İsrail’in eskiliğinden dolayı geçerli olan geleneklerini terk etmiş güçlüleri inanç değiştirdikleri ve bundan dolayı yargıyı hak ettikleri gibi yanlış bir düşünceyle bakmamaları içindir. Bu doğru olsun ya da olmasın, Hıristiyan bir kardeşi hor görmek ya da yargılamak için neden olamaz, çünkü Tanrı onu kabul etmiştir (3). Bizler, Tanrı’nın kabul etmiş olduğu bir kişiyi reddetmeye nasıl cesaret edebiliriz? Gerçekten de diğer kişilere nasıl davranmamız gerektiği konusunda karar vermenin en iyi yolu, Tanrı’nın onlara nasıl davrandığı konusunda karar vermek olmalıdır. Bu ilke, altın kuraldan bile daha iyidir. Diğer kişilere, onların bize davranmalarını istediğimiz gibi davranmak güvenilir bir yoldur. Ama Tanrı’nın onlara davrandığı gibi davranmak daha da güvenilir bir yol olacaktır. Önceki, bizim günahlı öz-merkezliliğimizde temellenen hazır bir rehberliktir, sonraki ise Tanrı’nın mükemmelliğinde temellenen bir ölçüdür.
(ii) Onu kabul edin, çünkü Mesih onun için öldü ve Rab olmak için dirildi (4-9)
Tartışma devam eder. Tanrı’nın kabul ettiği birini reddetmek uygun değilse, aynı şekilde bir efendi ve evindeki kölesi arasında bulunan ilişkiye müdahale etmek de uygun değildir. Sen kimsin ki Tanrı’nın kulunu yargılıyorsun? (4 a), gündelik yaşamda bu tür davranış çirkin bulunur ve bu tür bir davranışa çok içerlenir. Aynı şekilde Hıristiyan biri ve Mesih arasına girmek ya da Mesih’in bu kardeşin yaşamındaki konumunu gasp etmek bize düşmez. Kulu haklı çıkaran da haksız çıkaran da efendisidir. Ne o bizden, ne de biz ondan sorumlu değilizdir. Ve o haklı çıkacaktır, çünkü Rab ‘bin onu haklı çıkarmaya gücü vardır (4 b).
Pavlus şimdi güçlüler ve güçsüzler arasındaki ilişkiler konusunda ikinci bir örnek geliştirir. Bu, özel günlerin kutlanması ya da kutlanmaması ile ilgilidir; bu özel günlerin Yahudi bayramları olduğunu düşünüyoruz; bayramlar ya da oruç günleri, haftalık, aylık ya da yıllık kutlamalar (Gal.4:10; Kol.2:16). Pavlus hiçbir yorumda bulunmaksızın seçenekleri tanımlamaya başlar. Kimi bir günü başka bir günden üstün sayar, kimi her günü bir sayar. Okuyucular hangi gruba ait olurlarsa olsunlar, Pavlus’un onlar konusundaki ilk düşüncesi şudur: Herkesin kendi görüşüne tam güveni olsun (5). Pavlus, akılsızca davranışı teşvik etmemektedir. Aynı şekilde eleştirilmemiş geleneklere karşı da dostça bir tavır sergilemez.
Ancak zayıfların ve güçlülerin konuya, sağlam bir karara vararak ulaştıklarını varsaydığımda, o zaman Hıristiyan öğrenciliğinin bir parçası olmak için kendi uygulamalarını varsayacaktır. Belli bir günü kutlayan, Rab için kutlar (6a).
Bunu, Rab’bin onuru için yapar (RSV, JB), amacı Rab’bi hoşnut etmek ve onurlandırmaktır. Aynı şekilde Pavlus, her ne kadar bu kişiden 6.ayette söz etmediyse de her günü bir sayan kişi de vardır. Pavlus bu kişiden söz etmek yerine et konusuna geri döner ve bunu yapmakla, şükran sunmakla ilgili önemli bir çifte ilkeye eklemede bulunur. Her şeyi yiyen, Tanrı ‘ya şükrederek Rab için yer; bazı şeyleri yemeyen de Rab için yemez ve Tanrı ‘ya şükreder (6b). Kişi yese de yemese de aynı iki ilke uygulanır. Eğer bizler Tanrı’dan, bize armağan ettiği bir şeyi şükrederek alabiliyorsak o zaman O’na biz hizmetimiz olarak bu şeyi geri sunabiliriz. O’ndan bize ve bizden O’na yapılan bu iki hareket birbirlerine aittir ve Hıristiyan öğrenciliğimizin önemli görünümlerindendir. Her ikisi de değerli ve pratik testlerdir. “Bunun için Tanrı’ya teşekkür edebilir miyim? Bunu Tanrı’ya yapabilir miyim? (1Ko.10:30; 1Ti.4:3)
Rab’bin yaşamlarımıza davet edilişi, her durum için geçerlidir. Hiç birimiz kendimiz için yaşamayız, hiç birimiz de kendimiz için ölmeyiz (7). Aksine yaşarsak Rab için yaşarız; ölürsek Rab için ölürüz. Öyleyse, yaşasak da ölsek de Rab ‘be aitiz (8). Ölüm ve yaşamın birlikte, insan varlığımızın tamamını oluşturdukları düşünülür gibidir. Yeryüzünde yaşamayı sürdürürken ve ölüm aracılığıyla cennetteki yaşama başlarken, sahip olduğumuz her şey ve kendimiz Rab İsa’ya aitizdir, bundan dolayı O’nun onuru ve yüceliği için yaşamalıyız. Bunu neden yapmalıyız? Pavlus’un yanıtı şöyledir: Mesih, hem ölülerin hem yaşayanların Rabbi olmak üzere ölüp dirildi (9). Elçinin Hıristiyan topluluğunda karşılıklı günlük ilişkilerimizi yüceltmesi harikadır; bunu ölümün, dirilişin ve Rab İsa’nın evrensel Efendiliği’nin yüksek teolojik düzeyinde ele alır. Mesih bizim Rabbimiz olduğundan, O’nun için yaşamalıyız. Aynı şekilde Hıristiyan kardeşlerimizin de Rabbi olduğundan, onların Rab ile olan ilişkilerine saygı duymalı ve işlerine karışmamalıyız. Çünkü Mesih öldü ve Rab olmak için dirildi.
(iii) Kişiyi, kardeşiniz olduğu için aranıza alın (10 a).
Pavlus, güçlüler ve zayıflar, kuralları yerine getirenler ve getirmeyenler, yaşayanlar ve ölüler hakkında genel terimler kullanarak yazdıktan sonra şimdi aniden iki doğrudan soru ortaya atar; “sen” ve “kardeşin.” Sen neden kardeşini yargılıyorsun? Ya sen, kardeşini neden küçümsüyorsun? (10 a). Hıristiyan kardeşleri hor görmek ve yargılamak (3.ayette olduğu gibi aynı iki fiil kullanılmıştır), “kibirle aşağılayan gülümseme” ve “yargının kınayan hiddeti” şimdi, kural dışı davranışlar olarak gösterilmiştir. Neden? Yalnızca, Tanrı onları kabul ettiği için değil, ama aynı zamanda Mesih onlar için Rab Teri olmak üzere ölüp dirildiği, onlar ve bizler aile bağlarıyla mümkün olan en güçlü biçimde birbirimize bağlandığımız için.
Tüm yorucu kuşku ve korkularıyla zayıflar hakkındaki düşüncelerimiz ya da tüm atılgan sözleri ve özgürlükleriyle güçlüler hakkındaki düşüncelerimizden önce gelmesi gereken düşünce, onların kardeşlerimiz olduklarıdır. Bunu hatırladığımızda onlara daha az eleştiride bulunur, daha sabırlı, daha cömert ve yumuşak davranırız.
(iv) Zayıf olanı kabul edin, çünkü Tanrı’nın yargı kürsüsü önüne hepimiz çıkacağız (10b-13 a).
Kardeşimizi yargılamamak (10 a) ve Tanrı’nın yargı kürsüsü önünde durmamız (10b) arasında açık bir bağlantı vardır. Yargılamamalıyız, çünkü bizler yargılanacağız. Burada İsa’nın sözüne bir imada bulunulmuş gibidir: “Yargılamayın ki, yargılanmayasınız” (Mat.7:1). Burada İsa’nın sözünü ettiği “yargılanma” ne tür bir yargılanmadır? Bize, eleştiriyi yasaklamamaktadır ya da eleştiri eğilimli tavırlarımızı ertelememizi söylememektir. Eğer bunu yapsaydık, O’nun bir sonraki buyruklarından birine itaat edemeyecektik; “sahte peygamberlere karşı uyanık olun” (Mat.7:15). Hayır, İsa’nın izleyicilerine yasaklanan, eleştiri değil, kusur bulmaktır; burada kastedilen “yargılama,” mahkûm etmektir. Ve bunun yapılmaması için verilen neden, bizlerin de bir gün Yargıç önüne çıkacağımızdır. Başka bir deyişle, yargıç kürsüsüne çıkmaya ve diğer kardeşlerimizi sanık yerine oturtmaya, onları yargılamaya yetkimiz yoktur, çünkü yalnızca Tanrı yargıçtır ve eğer rollerimizi değiştirirsek, yargıç olmadığımız bize zorunlu olarak hatırlatılacaktır.
Pavlus bunu onaylamak için, Yeşaya 45:23 ayetinden alıntı yapar: “Varlığım hakkı için her diz önümde çökecek, her dil Tanrı olduğumu açıkça söyleyecek” (11). Buradaki vurgu, Tanrı’nın evrensel yetkisi hakkındadır; her diz çökecek ve her dil O’na bağlılık sözü verecektir. Pavlus bu ayetin ışığında, her birimizin bir topluluk olarak değil ama bireysel olarak başkaları hakkında değil, kendisi hakkında Tanrı’ya hesap vereceğini bildirir (12). Bundan dolayı. Tanrı yargıç olduğu için ve bizler de yargılananlar arasında bulunduğumuzdan birbirimizi yargılamaktan vazgeçelim (13a), çünkü o zaman Tanrı’nın yetkisini gasp etmeyi denemek gibi çok büyük bir ahmaklıktan kendimizi korumuş olur ve yargı gününü bekleriz.
Bu durumda dört teolojik gerçek, Pavlus’un zayıfları topluluğa kabul etmek, onları yargılamamak ya da hor görmemek konusundaki öğütlerini destekler. Bu gerçekler Tanrı, Mesih, diğer kardeşler ve kendimizle ilgilidir. Öncelikle, Tanrı onları kabul etmiştir (3).
İkincisi, Mesih’in hem onların hem bizim Rabbimiz olmak üzere ölmesi ve dirilmesidir (9). Üçüncüsü, onlar bizim kardeşlerimizdirler, öyle ki aynı ailenin üyeleri olalım (10 a). Dördüncüsü, Tanrı’nın yargı kürsüsünün önünde hepimizin duracağıdır (10 b). Bu gerçeklerden herhangi biri ilişkilerimizi kutsal kılma konusunda yeterli olmalıdır; dört ilke bir arada bizi mazeretsiz bırakır. Ve bunlara iki gerçeği daha ekleyebiliriz!
b. İmanı zayıf kişiyi gücendirme ya da mahvetme (14:13 b-23).
Daha önceki bölümde olduğu gibi bu bölümde de söz konusu olan, imanı zayıf kişiyle ilişkimizdir. “Birbirinizi” sözcüğünün geçtiği üç ayete rağmen (13 a, 19 ve 15:7), bu ayetler güçlüler ve güçsüzler arasındaki karşılıklı görevlerden söz ederler, bölüm boyunca geçen başlıca vurgu, güçlülerin güçsüzler karşısındaki Hıristiyan sorumluluklarıdır. Ancak tartışma sürer; güçlüler, güçsüzlere nasıl bakmalı, onlara nasıl davranmalıdırlar, yani davranışlardan (onları hor görmemek ya da yargılamamak) eylemlere (onların sürçmesine ya da mahvolmasına neden olmamak) şeklinde devam eder.
Birbirimizi yargılamak yerine Pavlus, kardeşinin yoluna sürçme ya da tökezleme taşı koymamaya kararlı olun (13 b) öğüdünde bulunur. Krinein, “yargılamak” fiilinin çifte kullanımının yer aldığı Grekçe cümlede sözcüklerle oynanmıştır. “Bu nedenle birbirimizi yargılamaktan vazgeçelim….” (NEB). Vereceğimiz yargı ya da alacağımız karar, kardeşimizin yoluna bir engel (proskomma) ya da tökezleme (skandalon) olmamalı ve onun sendeleyip düşmesine neden olmamalıdır. Ama neden? Pavlus, öğüdüne ilişkin iki teolojik temeli 1-13 a ayetlerinde geliştirdiği dört temele ek olarak ortaya koyar.
(i) Kişiyi aranıza kabul edin, çünkü o Mesih ‘in, uğruna öldüğü kardeşinizdir (14-16).
Güçsüz kardeşe zarar vermemek konusunu, bir plana göre yerleştirmeden önce Pavlus çok kişisel terimlerle, güçlülerin karşı karşıya kaldıkları bilinmezliği açıklar. Bu, birbiriyle çelişen iki gerçek aracılığıyla yaratılmıştır. Birincisi, Rab İsa’da olan biri olarak, güçlü Hıristiyanlar için yaratılış konusunda iyi bir öğretişe sahip olduklarında (1Ti.4:1), hiçbir yiyecek kendi başına murdar değildir (14 a). Pavlus’un burada Rab İsa’ya işaret etmesi, büyük olasılıkla O’nu alıntı yaptığı anlamına gelmez; ancak Pavlus İsa’nın, Ferisiler’le temiz olan ya da olmayan yiyecekler konusundaki tartışmalarını bilmektedir (Mar.7:14). Ve aynı şekilde dirilmiş Rab’bin Petrus’a, Tanrı’nın temiz kıldığına murdar dememesi konusundaki uyarısından da haberdardır (Elç.10:15, 28). Referans daha genel gibi görünür (“Rab İsa hakkında bildiğim her şey beni ikna eder…” REB) ve aynı zamanda bu, Mesih’in öğrencisi ve özellikle elçisi olarak Mesih’le sahip olduğu yakın kişisel ilişkiyi ifade etmektedir.
Ancak yine de hiçbir yiyeceğin tek başına murdar olmadığı inancına sahiptir. Ama bu, bilinmeyenin ikinci kısmıdır: Ama bir şeyi murdar sayan için o şey murdardır (14 b) kişi bunu yememelidir. 14.ay etin kutlama ve kültürel (ahlaki değil) konularla ilgili olduğu açıktır, çünkü Pavlus, düşüncelerimizin, sözlerimizin ve yaptığımız bazı şeylerin doğamız itibariyle yapıldığından oldukça emindir.
O zaman güçlülerin karşılaştığı paradoks, bazı yiyeceklerin hem murdar hem de temiz olduklarıdır. Bir yandan güçlüler, tüm yiyeceklerin temiz olduklarına inanmışlardır, öte yandan güçsüzler, tüm yiyeceklerin temiz olmadığını düşünürler. İmanda güçlüler, iki vicdan çarpıştığında nasıl davranmalıdırlar? Pavlus’un karşılığı belirlidir. İmanda güçlülerin doğru olmalarına rağmen Pavlus onların inançlarını paylaşır, çünkü Rab İsa bunu onaylamıştı, kendi görüşlerini güçsüzlere kabul ettirerek onların vicdanlarını zorlamamalıdırlar. Aksine zayıf kardeşin vicdanının düşüncelerine uymalıdırlar (yanlış olsa bile) ve onların vicdanlarını ihlal etmemeli ya da kendi vicdanlarını ihlal etmelerine neden olmamalıdırlar. Nedeni şudur: Yediğin bir şey yüzünden kardeşin incinmişse, artık sevgi yolunda yürümüyorsun demektir (15a). Çünkü sevgi, zayıf vicdanları asla önemsemezlik etmez. Sevgi, kendi özgürlüğünü diğer kardeşlere duyduğu saygı nedeniyle sınırlar (1Ko.8:9). Çünkü zayıf bir kardeşin vicdanını yaralamak, onu yalnızca sıkıntıya sokmak değil, aynı zamanda onu “mahvetmektir” ve bu, kesinlikle sevgiyle bağdaşmaz. Mesih’in, uğruna öldüğü kardeşini yediklerinle mahvetme (15 b).
Pavlus daha önce de iki kez, imanda zayıf Hıristiyan’dan “kardeş” olarak söz etmişti (10); şimdi “kardeş” hitabını dört kez daha tekrarlar (13,15 ve 21. ayetlerde iki kez) ve kendilerini Mesih’in, uğruna öldüğü kişiler olarak tanımlar. Mesih o kardeşi ölecek kadar sevdiyse, o zaman biz de vicdanını yaralamayacak kadar onu sevmeliyiz. Mesih, eğer o kardeş uğruna kendini feda ettiyse, bizler ona zarar mı verelim? Mesih, onu kurtarmak için öldüğüne göre, bizim onu mahvetmemeye dikkat etmemiz gerekmez mi?
Pavlus’un zihnindeki “mahvetme” şekli nedir? Prof. Dunn, şu iddiayı öne sürer, “tüm çağdaş yorumcuların kabul ettiği gibi görünen….nihai konu ve öğretişlere aittir, cehennem kastedilir. Dört nedenden ötürü bu iddiayı kabul etmiyorum. Birincisi, bir Hıristiyan kardeşin vicdanına karşı yaptığı tek bir eylemin – hiçbir durumda kendi hatası olmayan, ama onu yanlış yönlendiren güçlülerin hatası olan ve bundan dolayı bilerek itaatsizlik değil, kasıtsız bir hata olarak düşünülebilecek – sonucunda sonsuz yargıyı mı hak edecektir? Hayır, cehennem yalnızca inatçı, tövbe etmeyen, kötü eylemlerinde devam etmeye istekli kişiler içindir (2:5).
İkinci olarak, böyle bir görüş (bir kardeşin sonsuz mahvı), elçinin 8:28-39.ayetlerinde, bizi Tanrı’nın sevgisinden hiçbir şeyin kesinlikle ayıramayacağı, onayladığı sona kadar dayanma öğretişiyle uyuşmaz. Her gerçek kardeşin güvenilir olduğu konusundaki işaret, bu kardeşin Tanrı’nın değişmeyen sevgisi aracılığıyla sona kadar dayanacağıdır. Üçüncüsü, Pavlus 15.ayette, güçlülerin zayıfları mahvedebileceklerini yazar; ama İsa, Tanrı’nın kendisinin insanları cehennemde mahvedebilecek ve mahvedecek tek kişi olduğunu söylemişti (Mat.10:28). Dördüncüsü, ifadenin geçtiği koşullar, “mahvetme” sözcüğü için farklı bir yorum talep eder. Apollymi, “öldürmekten” “mahvetmeye” kadar sıralanan geniş bir duygu tayfına sahiptir. Burada, “mahvetme” sözcüğünün karşıtı “geliştirmektir” (19; 15:2). Bundan dolayı Pavlus’un uyarısı, zayıfları vicdanlarına karşı hareket edecek şekilde yönlendiren güçlülerin, Hıristiyan öğrenciliklerini ciddi biçimde zarara uğratacakları konusundadır. Pavlus güçlülere, zayıfların bu şekilde yaralanmasına neden olmamaları için ısrar eder. Size göre iyi olanın (Mesih’te bulduğunuz özgürlük), kötülenmesine fırsat vermeyin (16), çünkü bu şekilde imanda zayıfların zarar görmesiyle kötülük etmiş olursunuz.
(ii) Kardeşi aranıza alın, çünkü Tanrı’nın Krallığı yiyecekten daha önemlidir (17-21).
Pavlus’un güçlülere ricasını destekleyen ilk teolojik gerçek Mesih’in çarmıhıysa, ikinci gerçek, Tanrı’nın Krallığı’dır, yani Tanrı’nın Mesih aracılığıyla lütufla ve halkının yaşamlarında Kutsal Ruhu aracılığıyla onlara özgür bir kurtuluş getirerek ve onlardan köklü bir itaat bekleyerek egemenlik sürmesidir. Her ne kadar Tanrı’nın Krallığı İsa’nın öğretişinde olduğu gibi, Pavlus’un öğretişinde merkez bir öğretiş değilse de, yine de önemli bir yer tutar (Elç.14:22; 17:7; 19:8; 20:25; 28:23, 31; 1Ko.6:10; Ef.5:5; Kol.1:13). Elçinin kanıtı şimdi, güçlüler ne zaman istedikleri şeyi yeme konusundaki özgürlüklerini kullanmakta ısrar ederlerse, hatta bunu zayıfları rahatsız etme pahasına yaparlarsa, ciddi bir uyum eksikliğine neden olmakla suçlu olurlar. Bir yiyeceğin (önemsiz olan) önemine fazla değer vermiş ve Tanrı’nın Krallığı’nın (merkez olarak) önemine az değer vermiş olurlar. Çünkü Tanrı’nın Egemenliği, yiyecek içecek sorunu değil, doğruluk, esenlik ve Kutsal Ruh ‘ta sevinçtir (17). Kutsal Ruh tarafından esinlenen doğruluk, esenlik ve sevinç bazen doğru, huzurlu ve sevinçli olmanın öznel koşulları olarak anlaşılırlar. Ama Romalılar mektubunun daha geniş koşulları içinde, doğruluğu, huzurlu ve sevinçli olmayı nesnel durumlar olarak almak daha doğal olur, yani Mesih aracılığıyla aklanma, Tanrı’yla barışma ve Tanrı’nın yüceliği umuduyla sevinme (5:1). Kutsal Ruh’un kendisi, tüm bunların vaadini taşır ve turfandasına sahiptir (8:23).
Krallığın daha büyük önemine ilişkin neden, Mesih’e bu şekilde hizmet eden, Tanrı’nın Krallığı’nı öncelikle arayan (Mat.6:33) ve yiyecekle içeceğin ikincil konular olduğunu kabullenen herkes Tanrı’yı hoşnut eder ve insanlar tarafından onaylanır (18).
19-21. ay etler, uyum ya da denge konusundaki aynı öğretişi güçlendirir ve uygularlar. Üç öğüt içerirler. Birincisi, öyleyse kendimizi, esenlik getiren ve karşılıklı gelişmemizi sağlayan işlere verelim (birebir anlamıyla, “bunları izleyelim”) (19). Burada “esenlik” sözcüğüyle söylenen “şalom” sözcüğüdür; “geliştirme” birbirimizi Mesih’te bina etme olarak Hıristiyan topluluğunda tecrübe edilir. Bu, herkesin peşinden gitmesi gereken olumlu hedeftir ve aynı zamanda güçlülerin, zayıflara duyarsız davranmalarıyla onları ihmal etmelerini engeller.
İkincisi, yiyecek uğruna Tanrı’nın işini bozma (20 a). “Tanrı’nın işi” burada, daha zayıf olan bireysel kardeş anlamına gelebilir, ama ifadenin geçtiği koşullarda Hıristiyan topluluğuna işaret ediyor gibidir. “Mahvetme,” Pavlus’un 15.ayette kullandığı farklı bir fiilin çevrilişidir. Katalyo, “yıkmak” ya da “kötülemek” anlamına gelir, özellikle binalarla ilgili kullanılan bir fiildir. Bir önceki ayetle kasıtlı bir karşıtlık içinde gibi görünür.
Sorunluluğumuz, paydaşlığı bina etmeyi istemektir (19), paydaşlığı yıkmak değildir (20) ve bunu yiyecek uğruna yapmamalıyız. Grekçe cümlede, bu yan cümle önce gelir. Elbette “bir tabak yemeğin uğruna” (JBP) Tanrı’nın işini yıkmayız! Pavlus daha önceden üç kez esenliğin yiyecekten daha değerli olduğunu açıklayan küçük kinayeler kullanmıştı; midemizin sağlığı, topluluğun sağlığından önce gelmez; bu, dördüncü öğüttür. Pavlus şöyle sorar, “siz güçlüler gerçekten bir kardeşi yedikleri nedeniyle sıkıntıya sokmaya (15 a), yedikleriniz nedeniyle ona ruhsal yönden zarar vermeye (15 b), yiyecek ve içeceğinize Tanrı’nın Krallığı’ndan daha fazla değer vermeye (17) ve şimdi Tanrı’nın işini yiyecek uğruna yıkmaya (20) hazır mısınız? (1Ko.8:8). Pavlus’un, toplulukta yüksek sesle okunan mektubunu dinlerken imanı güçlüler arasında acaba bazılarının yüzleri kızarmış mıdır? Pavlus’un nazikçe söylediği acı sözler, onların çarpıtılmış bakış açılarını ortaya koymaktadır. Değerlerini yeniden gözden geçirmek zorunda kalmış, diğerlerinin rahatı uğruna kendi özgürlüklerinde ısrar etmekten vazgeçmiş, çarmıha ve Krallığa ilk yeri vermiş olmalılar.
Pavlus’un üçüncü öğüdü, iki davranış türü arasındaki karşıtlığı ifade eder; “yanlış” ve “doğruyu,” kakos (20 b) ve kalos (21) şeklinde duyurur. 14.ay ette tekrarlanan bir gerçeği onaylayarak her yiyeceğin temiz olduğunu söyler; ancak şimdi sıfat katharos (“saf) sözcüğüdür, koinos (“olağan”) değildir, ama bir imanlı için, başka birinin tökezlemesine neden olacak herhangi bir şeyi yemesi yanlıştır (kakos) (10 b).
Durum böyle olduğuna göre, bir kardeşin sürçmesine neden olacak (21) herhangi bir şeyi yapmak ya da et yememek veya şarap içmemek (burada ilk kez söz edilir) daha iyidir (kalos). “Tüm yiyecekler temizdir” ifadesi, güçlülerin sloganı gibi görünür. Pavlus bunu kabul eder. Burada söz konusu edilen, onlara istedikleri her şeyi yeme özgürlüğünü veren teolojik gerçektir. Ancak, özgürlüklerini uygulamalarını sınırlamak için onlardan istenen başka unsurlar bulunur. Özellikle, aşırı duyarlı ve titiz vicdana sahip, tüm yiyeceklerin temiz olmadığına inanan kardeşler göz önünde bulundurulmalıdırlar. Böylece güçlüler için, zayıflara zarar vermek üzere özgürlüklerini kullanmaları, onlara kötülük etmeleridir. Güçlüler için (Pavlus, kanıtı mantıklı sonuca yönlendirir) et yememek, şarap içmemek, yani vejetaryen olmak ve belirli yiyeceklerden uzak kalmak, eğer zayıfların rahatlığı ve onlara hizmet etmek için gerekliyse, iyidir.
Pavlus, inanç ve eylem arasında bir farklılık çizerek özel inanç ve toplum önündeki davranış arasında bir sonuca varır (22-23). Bundan dolayı özel konularda şöyle yazar “bu konulardaki inancını Tanrı’nın önünde kendine sakla (22 a), bunu bir sır olarak koru. Görüşleri, kibirle göstermeyi ya da bu görüşleri diğer kişilere kabul ettirmeye çalışmak gereksizdir.
Toplum önündeki davranışa gelince: belirtilen sırayla, güçlü ve zayıf bir Hıristiyan olarak çabucak farkına vardığımız iki “kişi” tarafından temsil edilen iki görüş bulunur. Güçlü Hıristiyan kutsanmıştır, çünkü vicdanı her şeyi yemesini onaylar, öyle ki vicdanında herhangi bir suçluluk duygusu bulunmaz. Onayladığı şeyden ötürü kendini yargılamayan kişi ne mutludur (22b).
Ancak kuşkuları olan kişi, yani tereddüt eden, kararsız, zayıf Hıristiyan, vicdanı kendisine kararsız işaretler verdiğinden, yediği yiyecekten dolayı yargılanmıştır (büyük olasılıkla Tanrı tarafından değil, vicdanı tarafından), çünkü imanla yemez; imana dayanmayan her şey günahtır (23). Bu son söz, vicdanımızın önemini arttırır. Her ne kadar gördüğümüz gibi vicdanımız mükemmel değilse de dokunulmazdır, öyle ki ona karşı gelmek (imanla hareket etmemek), günahtır. Aynı zamanda, bu vicdanımızı ihlal etmeme konusundaki açık buyruk, vicdanımızı eğitme konusunda kesin bir talebi gösterir.
Pavlus şimdi, imanda zayıf kardeşi “kabul etme” olumlu prensibinden, üçüncü olumsuz sonucunu çıkartır. Güçlü olana, imanda zayıf olanı hor görmemesi ve yargılamaması (14:2-13a), ona sıkıntı ve zarar vermemesi (14:13b-23) konusunda olduğu kadar, güçlüye kendisini hoşnut etmemesi konusunda da öğüt verir (15:1-13).
c. Kendinizi hoşnut etmeyin (15:1-13)
Pavlus bu bölüme, “imanı güçlü olan bizler” ifadesiyle başlar. Böylece ilk kez hem kendisini hem de diğerlerini adlandırarak kendisinin de onlarla özdeşleştiğini belirtmiş olur. O zaman güçlüler nasıl davranmalıdırlar? Güçlülerin güçsüzlere karşı olan Hıristiyan sorumlulukları nedir?
Öncelikle, güçlüler, güçsüzlerin zayıflıklarını yüklenmeye borçludurlar (1 a), imanda güçlü olanlar elbette güçlerini zayıfları ezmek için kullanmaya ayartılırlar. Pavlus bunun yerine onlara, güçsüzlere sabır göstermeleri konusunda ısrar eder. Grekçe’deki bastazo fiili, İngilizce “tamir etmek” fiilinde olduğu gibi, hem “hoş görmek” anlamında “dayanmayı” hem de “yüklenmeyi” ve “destek olmayı” ifade eder. Fiilin geçtiği koşullar, bir sonrakinin burada doğru olduğunu gösterir. Bir kişinin gücü, diğer kişinin güçsüzlüğünü dengeleyebilir.
İkinci olarak, biz güçlü olanlar kendimizi hoşnut etmemeliyiz (1 b). Öz – merkezli olmak ve kendi çıkarımızı aramak, günahlı insan doğamız için doğaldır. Ancak gücümüzü kendi çıkarımız için kullanmamalıyız. Pavlus’un ileri sürdüğü gibi, güçlü bir vicdana sahip olan Hıristiyanlar zayıfların vicdanlarını ezmemelidirler.
Üçüncüsü, her birimiz komşusunu ruhça geliştirmek için, komşusunun iyiliğini gözeterek onu hoşnut etsin (2). Kutsal Yazılar’ın buyurduğu komşuyu hoşnut etme (Lev.19:18; Rom.13:9),” Kutsal Yazılar’ın yargıladığı “insanı hoşnut etme” ifadesiyle karıştırılmamalıdır (Gal.1:10; Kol.3:22; 1Se.2:4). “İnsanları hoşnut etme” genellikle Tanrı’yı hoşnut etmenin bir antitezidir, insanların onayını kazanmak için bazı ilke dışı ödünler vererek birinin gözüne girme amacıyla ona yaltaklanmak gibi küçük düşürücü bir anlam taşır. Bu, daima saygınlık ve içtenlik ile karşıttır. Belki de Pavlus, komşusunun ruhça gelişmesi için onun iyiliğini gözetmekten söz ederken, böyle bir olası yanlış anlamaya yer vermekten sakınılmasını rica etmektedir (14:19). Komşumuzun sürçmesine neden olmak (14:13,20,21), onu yıkmak (14:20) ya da ona zarar vermek (14:15) yerine onu geliştirmeliyiz. Komşumuzu ruhça geliştirmek, onu yıkmanın karşıtı olan yapıcı bir seçenektir. Zayıfı bina etmek, hiç kuşkusuz onun vicdanını eğitmek ve güçlendirmek konusunda ona yardım etmektir.
Pavlus bir kez daha ricasına teolojik bir temel ekler. Bu temel bu kez, şimdi neredeyse hemen hemen her ayette ve özellikle bu örnekte sözü edilen İsa Mesih’in kendisidir. Neden kendimizi değil komşumuzu hoşnut edelim?
(i) Çünkü Mesih kendisini hoşnut etmedi (3-4).
Bu basit ifade, hem Mesih’in beden alışını hem de yeryüzündeki yaşamında gösterdiği karakterini güzel sözlerle özetler. Mesih, kendisini hoşnut etmek yerine kendisini. Babası’nın ve insanların hizmetine adamıştı.
Mesih, Tanrı doğasına sahip olarak tüm insanlar içinde kendini hoşnut edecek en büyük hakka sahip olmasına rağmen, yine de Tanrı’yla eşitliğini sımsıkı sarılacak bir hak sayarak kendi çıkarı için kullanmadı, önce kendini yüceliğinden “boş kıldı” (RSV) ve sonra hizmet için “kendini alçalttı.” (Flp.2:6).
Özellikle Mesih’in beden alışma ya da beden almış yaşamının bazı olaylarına işaret etmek yerine Pavlus, 69.Mezmur’da doğru bir adamın haksızca ve mantıksızca acı çekmesini tanımlayan satırlarından alıntı yapar; Yeni Antlaşma’da Mesih’le ilgili bir peygamberlik olarak görülen bu alıntıyı dört ya da beş kez tekrarlar. 69.Mezmur’un 9.ayeti, Pavlus’un alıntı yaptığı sözcükleri içerir. Yazılmış olduğu gibi: Sana edilen hakaretlere ben uğradım (3). Bu, Mesih’in kendisini hoşnut etmeyi reddetmesine ilişkin bir örnektir. Mesih, Babası’nın adı, isteği, amacı ve yüceliği ile kendisini bütünüyle öylesine özdeşleştirmişti ki, Tanrı’ya edilen hakaretleri, kendisine edilmiş sayıyordu. Mezmur 69:9 ayetinin Mesih’le ilgili yerine gelişi. Eski Antlaşma’daki Kutsal Yazılar’ın doğası ve amacı hakkında kısa bir ara söze yönlendirir. Çünkü önceden ne yazıldıysa, bize öğretmek için sabırla ve Kutsal Yazılar’ın verdiği cesaretle umudumuz olsun diye yazıldı (4). Bu düşündüren ifadeden hatırlanması yararlı olacak. Kutsal Yazılar hakkında beş gerçek çıkartmak mantıklıdır.
İlk gerçek, çağımızda da geçerli olan amaca sahiptir. Kutsal Yazı kitapları elbette öncelikle geçmişte yaşayanlar için yazılmıştı. Ancak elçi, bu yazıların bize de öğretmek amacıyla yazıldığına ikna olmuştur (1Ko.10:11).
İkinci gerçek, gerçeğin kapsamlı değere sahip oluşudur. Bir mezmurdan bir ayetin yarısını alarak kullanan Pavlus, geçmişte yazılan her şeyin, her ne kadar eşit değere sahip olmadığı açıksa da bizim için yazıldığını bildirir, İsa’nın kendisi, “Yasa’nın daha önemli konularından” söz etmişti (Mat.23:23).
Üçüncü gerçek, Mesih’e odaklanmıştır. Pavlus’un, 69.Mezmur’u Mesih’e uyarlaması, dirilmiş Rab’bin öğrencilerine. Kutsal Yazılar’da kendisi hakkında söylenenlerden “söz ederken” yaptığı açıklamaya güzel bir örnektir (Luk.24:27; Yu.5:39).
Dördüncü gerçeğin pratik bir amacı bulunur. Bu bizi yalnızca “İsa Mesih’e iman aracılığıyla kurtuluş için bilge (2Ti.3:15).yapmaz, ama bize dayanabilme konusunda bir görüşe sahip olmak için teşvik verir, öyle ki zamandan sonsuzluğa, şimdiki sıkıntılardan gelecekteki yüceliğe bakabilmek için umuda sahip olabilelim.
Beşinci gerçekte tanrısal mesaj bulunur. 4.ayette Kutsal Yazılar’a, 5.ayette Tanrı’ya atfedilen “dayanma ve teşvik” konusundaki çarpıcı gerçek, yalnızca Tanrı’nın kendisinin bizi Kutsal Yazılar’ın diri sesi aracılığıyla teşvik ettiği anlamına gelebilir. Çünkü Tanrı, daha önce konuştukları aracılığıyla konuşmayı sürdürmektedir.
(ii) Çünkü Mesih, birlikte tapınmanın yoludur (5-6).
5-6.ayetler bir kutsama duası biçimindedirler. Pavlus’un duası, Tanrı’nın halkına Kutsal Yazılar aracılığıyla dayanma gücü ve teşvik sağlaması, onları aynı düşüncede birleştirmesi (5 a) konusundadır. Bu, Romalı Hıristiyanların her konuda birbirleriyle anlaşmaları gerektiğine ilişkin bir rica olarak görülemez, çünkü Pavlus güçsüzlere vicdanları ile ilgili duyarlılık göstererek kabul edilmeleri konusunda ısrar etmiştir. Bundan dolayı bu ayetler elzem konularda Hıristiyanların aynı düşüncede birleşmeleri için edilen bir duadır.
Çünkü Pavlus’un ricası şudur: “Tanrı’nın sizleri, Mesih İsa’nın isteğine uygun olarak aynı düşüncede birleştirmesini dilerim” (5 b), birebir anlamıyla “İsa Mesih’e göre.” Bu, Hıristiyan birliğinin Mesih’te bir birlik olduğunu, İsa Mesih’in kendisinin kişiliğinin birliğimizin odak noktası olduğunu ve bundan dolayı Mesih’le ne kadar anlaşırsak, birbirimizle de o kadar iyi anlaşacağımızı belirtir. Ama bu düşünce birliğinin amacı nedir? Tanrı’ya tapınırken birlikte tapınmamızdır: Rabbimiz İsa Mesih ‘in Tanrısı’nı ve Babası’nı birlik içinde hep bir ağızdan yüceltesiniz (6). Böylece tek düşünce (5), tek yürek ve tek ağız (6) aracılığıyla ifade edilir; gerçekten de Mesih hakkındaki bu düşünce, yürek ve ağız birliği olmaksızın, O’na tapınmak imkânsızdır.
(iii) Çünkü Mesih sizi kabul etti (7).
7. ayetle Pavlus, kabul etme konusundaki ilk ve olumlu ricasına dönüş yapar. Gerçekten de güçlüler ve zayıflar konusundaki uzun, akla da dayanan, teolojik – pratik kanıtlar (14:2-15:5) iki feryat arasına sıkıştırılmıştır: Onu kabul edin (14:1) ve birbirinizi kabul edin (7 a), her iki feryat da, her ne kadar birincisi zayıf kardeşi aralarına kabul etmeleri için kiliseye hitap edilmiş olsa da, ikincisi, birbirlerini hoş karşılamaları için tüm kilise üyelerine ısrar eden, yani tüm topluluğa hitap eden ifadelerdir. Her ikisi de aynı zamanda teolojik bir temele sahiptirler. Zayıf kardeş. Tanrı onu kabul ettiği için kabul edilmelidir (14:3), üyeler birbirlerini, Mesih’in kendilerini kabul ettiği gibi kabul etmelidir (7 a).
Bunun da ötesinde Mesih’in bizi kabul etmesi, aynı zamanda Tanrı’ya yücelik getirilmesi için de (7 b). Zayıf kişiyi kabul etmekteki tüm onur, bizi Mesih aracılığıyla kendisiyle ve birbirimizle barıştırma inisiyatifini üzerine alan Tanrı’ya ait olmalıdır.
(iv) Çünkü Mesih bir hizmetkâr oldu (8-13).
8. ayetle Pavlus neredeyse fark edilmez bir biçimde, Mesih aracılığıyla zayıfların ve güçlülerin birliğinden, aynı Mesih aracılığıyla Yahudilerin ve diğer ulusların birliğine geçer.
Her iki durumda da birlik “tapınma amacını taşır,” öyle ki Tanrı hep birlikte “yüceltilsin” (6,9). 8-9.ayetlerin grameri belirsizdir. NIV çevirisindeki metin şöyledir: Çünkü sizlere Mesih’in, Tanrı’nın gerçeği uğruna atalara verilen vaatleri onaylamak (8) ve ulusların, merhameti nedeniyle Tanrı’nın yüceltilmesini sağlamak (9a) amacıyla Yahudilerin hizmetkârı oldu.
Burada birbiriyle uyumlu iki sözcüğün bulunduğu açıktır; birincisi, Yahudiler ve Tanrı’nın gerçeği (sadakati), ikincisi, diğer uluslar ve Tanrı’nın merhameti hakkındadır. Ancak aralarındaki ilişki nedir? Pek çok yorumcu, her iki cümleyi “diyorum ki” şeklindeki açılış sözleriyle belirsiz bırakmıştır. Ama metin Mesih’in işine dikkat çektiğinden, bu sözcükleri daha uzun bir biçimde ifade etmek daha iyi gibi görünür, yani Mesih’in, Yahudilerin bir hizmetkârı olduğunu söylüyorum… o zaman Mesih’in Yahudilerin hizmetkârı olarak rolü, yani Yahudi Mesih’i olarak rolü iki benzer amaca sahip gibi görünür; atalara verilen vaatleri onaylamak ve ikincisi diğer ulusları da bu vaatlere dâhil etmek. Yahudilere olan hizmeti, Tanrı’nın gerçeği adınaydı; Tanrı’nın antlaşma vaatlerine sadakatini göstermek istedi, oysa uluslara olan görevi, Tanrı’nın merhametinden dolayıydı. Çünkü her ne kadar Eski Antlaşma, diğer ulusların da vaade dâhil edileceği konusunda pek çok peygamberlik içerse de ve İbrahim’e verilen vaat, onun soyu aracılığıyla tüm ulusların bereketleneceği olsa da Tanrı, İsrail’le yaptığı antlaşmayla karşılaştırılabilecek bir antlaşmayı diğer uluslarla yapmamıştı. Bunun sonucunda Tanrı İsrail’e nasıl sadakatle davrandıysa, diğer uluslara da merhametle davrandı, Mesih, her ikisinin de yararı için bir hizmetkâr oldu.
Yahudilerin ve diğer ulusların Mesih’in topluluğuna dâhil edilme konusundaki bu gerçeği, Pavlus şimdi dört Eski Antlaşma alıntısıyla güçlendirir. Her durumda LXX metnini kullanır ve bazen Yasa’dan bir tane, bazen de peygamberlerden bir tane ve Eski Antlaşma’nın üç bölümü olan Yazılardan da iki tane seçmiştir. Dört alıntı da her ne kadar her biri biraz farklı bir vurgu içerse de, hem diğer uluslara hem de Tanrı’ya tapınmaya işaret eder. Birincisinde, Davut İsrail’in kralı olmasına rağmen Tanrı’yı diğer uluslar arasında övme niyetini duyurur; burada ulusların, Davut Tanrı’yı överken izleyici mi, yoksa aktif katılımcılar mı oldukları belirtilmemiştir. “Bundan dolayı seni uluslar arasında öveceğim; adına övgü şarkıları söyleyeceğim (9b=Mezmur 18:49; 2.Samuel 22:50).
İkinci alıntıda uluslar, kesinlikle katılımcıdırlar. Musa, onları Tanrı halkı ile birlikte sevinmeleri için çağıran kişi olarak temsil edilir. Ey uluslar, O’nun halkını kutlayın (10=Yasa’nın Tekrarı 32:43).
Üçüncü alıntıda, mezmur yazarı aynı zamanda tüm uluslara doğrudan hitap eder ve onlara Yahve’yi övmeleri için “bütün” sözcüğünü tekrar ederek rica eder. Rab’bi övün, ey uluslar ve ey bütün halklar O ‘nu yüceltin (11=Mezmur 117:1).
Sonra dördüncü ve son ayette Yeşaya peygamber, Davut soyundan gelen, İşay’ın Kök’ü olan Mesih’in, ulusları yöneteceğini ve onların güvenini kazanacağını önceden bildirir. Yeşaya şöyle diyor, ”İşay’ın Kök’ü ortaya çıkacak, uluslara egemen olmak üzere yükselecek; uluslar O’na umut bağlayacak (12=Yeşaya 11:10). Böylece Mesih bir anda İşay’ın Kök’ü ve ulusların umudu olacaktı.
Pavlus mektubunun uzun öğretiş ve ahlak bölümüne bir diğer kutsama duası ile son verir (birincisi için 5.ayete bkz.). Umut kaynağı olan Tanrı, Kutsal Ruh ‘un gücüyle, sizi umutla doldurup taşırsın (13 b). Pavlus’un daha önceki kutsama duasının yükünde (5) tapınmada birlik vardı; bu kutsama duasındaki yükü ise “umuttur.” Daha önce de Kutsal Yazılar’ın bize umut verdiğine güvendiğini ifade etmişti (4). Şimdi duasındaki istek, umut Tanrısı’nın onları umutla doldurmasıdır. Umut, elbette daima geleceğe bakar. Ve Pavlus Yeşaya’nın, Mesih’in ulusların umudunun objesi olacağına ilişkin peygamberliğinden alıntı yaptığı için (12), bize Pavlus’un zihnindeki umudun ne olduğu konusunda bir ipucu verilir. Pavlus, hem İsrail hem de diğer ulusların birleşeceği (11:12,25) “doluluk” zamanını özlemle beklemektedir, sonra Yahudi ve diğer ulusların birlikte miras alacakları yeni evrenin yüceliğine yönelir. Böylece sevinç, esenlik, iman ve umut elzem Hıristiyan özellikleridirler. Eğer iman, sevinç ve esenliğin aracı ise, bunların sonucu dolup taşan umuttur, dördü de içimizdeki Kutsal Ruh’un gücüyle gerçekleşir.
Büyük çoğunluk imanda güçlülerin, imanda zayıflara nasıl davranacaklarına ayrılmış bu uzun bölüme geri dönüp baktığımızda (14:1-15:13), elçinin ahlak öğütlerini sağlam teolojik kanıtlarla nasıl desteklediğini görmek özellikle etkileyicidir. Her ne kadar altı teolojik kanıt dikkatimizi çektiyse de, bunlardan üçü önemli görünür. Bu kanıtlar çarmıh, diriliş ve son yargı ile ilgilidirler.
Birincisi, Mesih kurtarıcımız olmak için öldü. Tanrı, daha zayıf kardeşi kabul ettiğinden (14:1,3) ve Mesih bizi kabul ettiğinden (15:7), bizler üçgeni tamamlamalı ve birbirimizi kabul etmeliyiz. Mesih’in, kurtarmak için uğruna öldüğü kişileri mahvetmemiz nasıl mümkün olabilir? İkinci temel kanıt, Mesih’in Rabbimiz olmak için dirildiğidir. Bu, açık biçimde belirtilmiştir (14:9). Bunun sonucunda Mesih’in tüm halkı, O’nun hizmetkarlarıdırlar ve O’na karşı güçlü ya da güçsüz imanlılar olarak sorumludurlar (14:6). Üçüncüsü, Mesih yargıcımız olmak için gelecektir. Her birimiz bir gün O’nun yargı kürsüsünün önünde duracağız ve her birimiz kendimizle ilgili Tanrı’ya hesap vereceğiz (14:10).
Diğer kişileri yargılamak, Tanrı’nın yetkisini gasp etmektir. Rab’bin sofrası esnasında pek çok kilisede yapılan, hep birlikte şu üç şeyin söylenmesidir: “Mesih öldü! Mesih dirildi! Mesih tekrar gelecek!” Bu söylenenler yalnızca tapınmamızı biçimlendirmezler; aynı zamanda davranışımızı da etkilerler.
Güçlüler ve güçsüzler arasındaki ilişkilerle ilgili Pavlus’un mantığının karışıklıklarını izlemeye çalışırken, bazen kendi durumumuzdan uzaklaştık. Yine de Pavlus’un geliştirdiği iki özel ilke vardır; özellikle birleşimde her yerde, her zamanda, her kiliseye uyarlanabilirler. İlki, iman ilkesidir. Her şey “iman ile” yapılmalıdır (14:23). Aynı şekilde “herkes aynı düşüncede birleşmelidir” (14:5). Bundan dolayı vicdanlarımızı Tanrı’nın sözüyle eğitmemiz gerekir, öyle ki imanda güçlenelim, yerleşmiş inançlarda büyüyelim, böylelikle Hıristiyan özgürlüğümüz gelişsin. İkincisi, sevgi prensibidir. Her şey sevgiyle uyumlu yapılmalıdır (14:15). Bundan Hıristiyan kardeşlerimizin kim olduğunu, özellikle Mesih’in, onların uğruna öldüğünü hatırlamalı ve onları küçümsemek yerine onurlandırmalı, zarar vermek yerine onlara hizmet etmeli, özellikle vicdanlarına saygı göstermeliyiz.
İman ve sevgi arasında bu farklılığın işlediği bir alan, Hıristiyan öğretişinde ve uygulamasında gerekli olanların ve olmayanların arasındaki farklılıktır. Her ne kadar bunlar arasında ayırım yapmak her zaman kolay olmasa da, güvenilir rehberimiz Kutsal Yazılar’ın, açık bir şekilde gerekli olduğunu belirttiği gerçeklerdir. Oysa Kutsal Kitap’a bağlılık açısından eşit olan Hıristiyanlar, Kutsal Yazılar’ı anlama ve itaat etme konusunda ne zaman eşit derecede kaygılanırlarsa farklı sonuçlara ulaşırlar, o zaman bunlar gerekli olmayanlar olarak düşünülebilir. Bazı kişiler belirli mezheplerin sözde “genişlikleri” ile övünürler. Ama bu genişliklerin, ilkelendirilmiş ve ilkelendirilmemiş olarak iki türü bulunmaktadır.
Dr. Alec Vidler sonuncusunu, Hıristiyan imanı ve uygulamasının çeşitliliklerini ayırmaları konusundaki istekliliklerini, bunları yan yana koyarak birleştirmek tasarısı şeklinde tanımlamaktadır. Öyle ki kilise, inançların birliğinin bir şekli olarak (günümüzde bir tür “Birleşik İnançlar” olarak adlandırılabilir) düşünülebilir. Birbirinden farklı ilkelerin böylesine ilkesiz bir biçimde birleştirilmesine söyleyecek hiçbir şeyim yok. Öte yandan anlayışın gerçek ilkesi konusunda şöyle yazar, “bir kilise, imanın temellerine tutunmak, aynı zamanda ikincil konularda, özellikle törenlerde, kutlamalarda düşünce ve yorum farklılıklarına izin vermelidir….”
Aşırı tutucu Protestanlar için iman öncelik taşır ve elzem imanı inkâr etmek için sevgiye bir mazeret olarak başvuramayız. Aşırı tutucu olmayanlar arasında sevgi öncelik taşır ve sevgideki kusurların bir mazereti olarak imanın hedef alınmasına başvuramayız. İman, kendi vicdanımızı bina eder; sevgi, diğerlerinin vicdanına saygı duyar. İman, özgürlük verir; sevgi, özgürlüğün uygulanışını sınırlar. Bu konuyu en iyi ifade eden, Rupert Meldenius olmuştur; bazı kişiler bu adın, Richard Baxter tarafından kullanılan bir takma ad olduğuna inanırlar:
Elzem konularda birlik;
Elzem olmayan konularda özgürlük;
Her şeyde sevgi ve lütuf.
Kaynakça: John .R.W. Stott, ROMALILAR IVP, Leicester, 1994.