Bir dönem hayal edin, yüksek öğrenim, gelir seviyesinde bir sıçrama tahtası olarak değil, karakter oluşturmak için amaçlanan bir dönemi hayal edin. Bir dönem hayal edin, üniversite öğrencileri –bugünlerde pek çok kişinin savunduğu– politik haklılık ve kimlik politikaları yerine gerçeğin peşinden gitsinler. Üniversite eğitimi idealimizin ortaya çıktığı Orta Çağ yılları işte böyle bir dönemdi.
Orta Çağ öğrenimini sıklıkla skolastik felsefeyle, skolastik felsefe de soyut, muğlak sorulara takıntılı dar görüşlü teolojik köktendincilerle ilişkilendiririz. Ancak bu varsayım temelde yanlıştır. Orta Çağ üniversiteleri, öğrencileri hem entelektüel becerilerde hem de erdemde biçimlendirmeye adanmışlardı. Sosyal bilimlerde geniş ölçekli eğitimden yana olmuş, insanın bir bütün halinde gelişimini sağlayacak inanç ve akıl birliğini desteklemişlerdi. Onlara göre eğitim, Mesih benzerliğine dönüştürmekti.
Bu üniversiteler, modern üniversitelerde varlığını sürdüren pek çok yapıyı –amfi salonlarında ders işlemekten alaylı mektepli çatışmasına ve akademik cübbe giyilmesine kadar– icat etmiş olsalar da bu Mesih’e dönüştürülme fikrini onlar oluşturmadılar. Fikir doğal süreçle ilk kiliselerden ve onların Hristiyan hümanizmi denen konuyu vurgulamalarından oluşmuştur. Günümüzde yaygın kullanılan anlamıyla “hümanizm” kelimesi Tanrı’yı reddeden düşünürleri akla getirse de, kilise ataları açısından “hümanizm” Hristiyanların ilgilendiği bir meseleydi ve insanın İsa’nın bizim için yaptıkları ışığında gelişimini amaçlıyordu.
İsa’nın Benzerliği
Elçi Pavlus kiliselere yazdığı mektuplarda bu kavramı somutlaştırdı. Pavlus için Hristiyanlık “Oğul’un benzerliğine dönüşmek” ti: “Oğlu’nun benzerliğine (eikonos) dönüştürmek üzere önceden belirledi. Öyle ki, Oğul birçok kardeş arasında ilk doğan olsun.” (Rom 8:29). “Göksel olana benzemek (eikona)” (1Ko. 15:49) üzere dönüşüm yaşamak Hristiyan yaşamını yönlendirir ve Hristiyan’ın nihai amacını yerine getirir. “Her şey yeni olmuş” bu “göksel olan” (2Ko. 5:17), bizzat kendi içinde herhangi bir etnik, ulusal ve hatta cinsiyet ayrımını aşan “yeni bir insan” yaratmıştır.
Pavlus, Hristiyanları “bu yeni yaradılışı giyinmeye” teşvik etti (Ef. 4:24). Pavlus’a göre Tanrı insanlığı Mesih’in beden alması aracılığıyla yetkinleştirdi ve yaratılışını kendisi ile paydaşlık içinde kalarak bu yetkinliğe ortak olmaya davet etti.
Elçilerin izinden giden ilk Hristiyan ilahiyatçılar Pavlus’un hümanist müjdesine sadakatle sahip çıkıp açmaya devam ettiler. Tüm yaratılışın Mesih’te Tanrı’yla barıştığını ve yenilendiğini savundular. Kilise atalarından Lyonlu İrenaeus (İ.S. 130–202), insanlığın Mesih’te “tekrardan bir araya getirilmesini” duyurmasıyla bilinir. İsa’nın ölümü ve dirilişi aracılığıyla, insanlığın tümden ele alındığını ve amaçlanan nihai biçime doğru yetkinleştirildiğini savunmuştur.
Kilise ataları Mesih’in beden almasında hem Hristiyan yaşamının amacını hem de oraya giden yolu gördüler. Onlara göre iyi haber ve Hristiyanlığın bütün amacı, Tanrı’nın insanlığının içinde yer alıp Mesih’in benzerliğinde yeniden şekillendirilerek tam bir insan olmaktı.
İnanç, Akıl ve Kültür
Eğitime dair bu Hristiyan hümanist ideal ileride Orta Çağ üniversitelerini şekillendirecek iki önemli kanaati zaten içeriyordu: İlki, iman ile aklın bize gerçekliğe ve Tanrı yoluna uygun davranışa dair daha derin anlayış vermek üzere uyum içinde etkin olmasıydı. Mesih’e benzer olma hedefine, hikmetli olmak adına edinilmeye uğraşılmış irfan yoluyla ulaşılabilir. Bu nedenle, Mesih benzerliğine giden yol, “anlayış edinmeyi hedefleyen iman’’dır, yani Tanrı’ya inanışın irfan aracılığıyla sistematik olarak açıklığa kavuşmasıdır. İlk kiliseler, mantıksal akıl yürütmek içten inanışın etkisini sulandırır gibilerinden, irfan, edinmeye gayret etmeyi sade inanca yönelik bir tehdit olarak görmedi. Aksine, bilgiyi, imanı pekiştirmeye yarayan önemli bir araç olarak görüyorlardı (Flp. 1:9; 1Pe. 3:15).
Hristiyan hümanist eğitiminin Orta Çağ dönemi üniversitelerine kadar kalıcılığını sürdürmüş ikinci kanaati, hiç çekinmeden felsefeyle, hatta pagan felsefesiyle uğraşmaya yol açan geniş gerçeklik görüşüdür. Mesih, her şeyin O’nun aracılığıyla var olduğu (Yu. 1:1) ve “her şeyin varlığını O’nda sürdürdüğü” (Kol. 1:17b) gerçekliğin merkezi, evrensel Logos’tur (Söz). Pavlus’un bizzat öğrettiği gibi, her gerçek, iyi ve saygıdeğer şey, Tanrı’nın gerçeğini yansıtabilir.
Pavlus’un Grek filozoflarla sohbet ederken (Elç. 17:27-28’de olduğu gibi) pagan şairlerden alıntı yapmasından cesaret alan kilise ataları, Üçlübirlik veya Mesih’te insanın ve Tanrı’nın bir olması gibi Hristiyan sırlarını izah etmek üzere Platoncu, Aristotelesçi ve Stoacı felsefeden rahatça yararlandılar. Tanrı beden alarak kendini maddesel dünya ve toplumsal gerçeklikler aracılığıyla gösterdi. Kendini mekân, zaman ve kültüre maruz bırakarak inanç, akıl ve kültürün birlikte hareket ettiğini gösterdi.
Athanasios’un (İ.S. 296–373) On the Incarnation yazısında belirttiği gibi, Tanrı İsa’da “kendini duyularla algılanabilir nesne” haline getirdi ve bunun sonucunda “her şey Tanrı bilgisiyle doldu”. İlk Hristiyan ilahiyatçılara göre “her şey”, insanın durumuna dair doğru olan her anlayışı içeriyordu.
Bu nedenle, kendi dönemlerinin felsefi akımlarını bilen Hristiyan düşünürler, bu akımlar ile kendi inançları arasındaki kesin farklılıkları kabul ederken bile onlarda Tanrı’nın Mesih’teki vahyinin bir önceden göstergesi olduğunu kabul ettiler. Nitekim felsefe “bilgelik sevgisi” anlamına gelir. Mesih, Tanrı’nın dünyayı ayakta tutan bilgeliğini somutlaştırır (1Ko. 1:24); İustinos Martyros (İ.S. 100–165) gibi ilk teologlar Hristiyanlığın “gerçek felsefe” olduğunu iddia ettiler.
Fakat ilk kiliseler felsefeyle saflık derecesinde fazlaca mı meşguldü? Dünya felsefeleri pak imana leke sürer mi? Bu ilk yüzyıllarda Tertullianus (İ.S. 155-225), ünlü sözünde pagan düşünce ile Hristiyanlığı senkretizm kokteyli haline getirip sunmayı net bir dille reddetmişti: “Kudüs’ün Atina’yla, kilisenin Düşünce Okulu’yla, Hristiyan’ın sapkınla ne işi olur?” Yine de Tertullian’ın ifadesi, ilk kiliselerde yaygın görülen Hristiyan Müjdesi’nin felsefeyle çarpıtılmasından kaçınma isteği anlamında anlaşılmalıdır.
“Mısırlıları Yağmalayın”
Daha sonra Adolf von Harnack (1851–1930) gibi on dokuzuncu yüzyıl Alman bilginleri tarafından ortaya atılan yanlış ama tekrar tekrar ortaya atılan bir söylentinin aksine, Hristiyanlığın ilk dönemlerde felsefeyle uğraşması Kutsal Kitap’a aykırı kategoriler oluşturmadı. Hristiyan inancının ilk savunucuları, Origenes’in “Mısırlıları yağmala” önerisine uyarak pagan felsefesinden Hristiyanlığı geliştirmeye yarayacak iyi her şeyi topladı. Ancak bu “yağma”, Orta Çağ eğitimini derinden şekillendirecek iki önemli kurala göre yapıldı.
İlk olarak, yağmanın gerçek bir hazine olması gerekiyordu; sadece Hristiyanlıkla zaten uyumlu olan felsefeler veya kültürel değerler, Hristiyan inancına hazırlık veya açıklama olarak kullanmaya yarardı. Bu nedenle, Tanrı’ya asimilasyonu öğreten Platoncu felsefe, Hristiyan ilahiyatçıların ilk kabul ettikleri felsefelerden olmuştu.
İkincisi, pagan entelektüel hazineye el koymaya kritere bağlı bir mülk edinmeyi içeriyordu. Origenes (İ.S. 184–253) Hristiyan geleneğiyle bağdaşmayan her şeyi ayıklamaya gayret etti; onun tavsiyesine uyan, Orta Çağ düşünürü Thomas Aquinus (1225-1274) dahil olmak üzere, diğer Hristiyan ilahiyatçılar da böyle yaptılar.
Kilise ataları, Hristiyan inancını açıklarken felsefi dil kullanmanın yanı sıra, Grek Roma eğitim modellerini de benimsemiş ve değiştirmişlerdir. Antik Yunan’da gençlerin toplumda öncülük etmelerini hedefleyen eğitim retorik, dilbilgisi ve Homer’in şiiri gibi kültürel metinleri inceleme odaklıydı. Şiir ve edebiyat Grek eğitiminde o kadar öncelikliydi ki Grekçede eğitim anlamına gelen paideia bütün edebiyatı temsilen kullanılmaya başlanmıştı. Bu tür çalışmalar taçlanmış disiplini olan felsefeye hazırlık işlevi gördü.
Grek paideiası (eğitimi) eksiksiz, bütünsel bir insan kişiliği geliştirmeyi ve erdemli, sorumlu bir vatandaş oluşturmayı amaçladı. Yunanistan’ı fethettikten sonra Romalılar bu Grek eğitim modelini benimsediler ve onu artes liberales’e, zihnin gelişimine adanmış beşerî ilimlere dönüştürdüler. Beşerî ilimler henüz Roma antik döneminde bile Orta Çağ müfredatına benzer bir triviuma (gramer, retorik, diyalektik) ve bir quadriviuma (aritmetik, geometri, astronomi ve müzik) dönüşmüştü.
Genel olarak üst sınıf özgür vatandaşlar “beşerî” veya “özgür” sanatlardan keyif alırken, alt sınıflar el sanatlarında veya bugün teknik ve profesyonel çalışmalar diyebileceğimiz alanlarda eğitim aldı. Eğitim böylece iki sınıfa ayrıldı; çalışanlar ve hayatın amacı hakkında düşünenler.
Kutsal Kitap Merkezli
Hristiyanlar, Grek paideiası (eğitimini) ile Roma beşerî ilimlerini Kutsal Kitap temelli bir sosyal bilimler geleneğine dönüştürdüler. Her ikisi de Atina’da eğitim görmüş olan Nenizili Gregorios (329-390) ve Kaisareia (Kayseri) Episkoposu Basil (330-379) gibi Grek kilise ataları, Grek eğitiminde bilgeliği ve erdemi geliştirerek gerçek insanlığa ulaşmak gibi ortak bir hedef bulunduğunu fark ettiler. Modeli Hristiyanın asli hedefi olan gittikçe Mesih’e daha çok benzemek hedefine uyarladılar; Hristiyan hedefin Grek modelden belirgin ayrılma noktası buydu. Ayrıca Hristiyanlar üç büyük farklılığı daha ısrarla vurguluyorlardı.
İlk olarak, Hristiyan eğitimi, Grek erdemleri olan cesaret veya bilgeliği değil, Mesih benzerliğine dönüşümü amaçlıyordu; ikincisi, Homeros yerine Kutsal Kitap temel çalışma literatürü haline geldi ve üçüncüsü, teoloji en üstün ilim olarak felsefenin yerini aldı. Felsefe, seküler edebiyat ve diğer tüm bilimler eğitimin önemli bir parçası olarak kaldılar, ancak teolojinin yardımcıları olarak. Bununla birlikte, bizzat teoloji bile eğitimin nihai amacının hizmetindeydi: Mesih’e benzer olma süreci.
Augustinus (354-430), Hristiyan hümanist eğitiminin kilise atalarına dayanan idealini Batı kültürüne herkesten daha çok aşılamış kişidir. Augustinus’un vizyonu, Orta Çağ müfredatını belirgin ölçüde şekillendiren On Christian Teaching (Hristiyan Öğretimi Üzerine) (397’de ve daha sonraları eklenen dördüncü bir kitapla 426’da) çalışmasında görülür. Yakın tarihli bir İngilizce çevirisinde çalışmanın başlığı Teaching Christianity (Hristiyanlığı Öğretmek) olarak gayet başarılı verilmiştir, çünkü kitap Hristiyan inancı eğitimcilerine Kutsal Yazıları nasıl yorumlayacaklarına ve gerçeklerini nasıl ileteceklerine dair bir rehberdir.
Augustinus’un edebiyat ve retorikteki kendi klasik eğitimi, Tanrı’nın gerçeğinin her makul akıl yürütmeye ışık tutacağı görüşünün yanı sıra, kendisini pagan ve İncil dışı kaynakların Hristiyan eğitimi için yararını savunmaya yöneltti. Hristiyanlara tüm dünyevi bilgileri, Mesih’e daha çok benzemeye ya da Augustinus’un söylemekten hoşlandığı gibi, “meleklerin paydaşlığına uygun hale gelmeye” katkıda bulduğu sürece, memnuniyetle karşılamayı ve takdir etmeyi öğretti.
Augustinus’un açtığı yoldan giderek Kuzey Avrupa’da ortaya çıkmaya başlamış ilk üniversiteler, beşerî ilimler eğitiminin Hristiyanlaştırılmış versiyonuna odaklandı. On birinci yüzyılda Orta Çağ üniversiteleri doğrudan şu iki kurumdan doğdu: İlki, katedraller veya manastırlar tarafından yönetilen Hristiyan kilise kanunları ve bildirileri okullarından; ikincisi, kiliseden bağımsız laik hukuk okullarından.
Paris Üniversitesi ve daha sonra İngiltere’deki Cambridge ve Oxford gibi kurumlar birinci türdendi, İtalya’daki Bologna Üniversitesi ise ikinci türden gelişti. Üniversiteler dahilindeki sosyal bilimler, öğrencileri tıp, hukuk ve teoloji olmak üzere üç uzmanlığa hazırlıyordu. Teoloji bilimlerin kraliçesi oldu; diğerlerine hükmettiği için değil, tüm bilimleri gerçekten temellendiren ve birleştiren yalnızca Tanrı olduğu için. Tüm bilgeliği ve bilgiyi teoloji çalışmasına yardımcı olmak üzere düzenleme idealini taşıyan üniversite eğitimi, antik kültüre ait bu bilgeliği on üçüncü yüzyılın sonlarına dek özümsemeye odaklandı.
Gerçek ve Erdem
Kilisenin ilk dönemindeki Hristiyan hümanizmi, eğitimi öğrencide Mesih’in benzerliğine dönüşme odaklı ele alarak Orta Çağ dönemi eğitimini derinden şekillendirdi. Örneğin, on ikinci yüzyılda öğretmenlik yapan St. Victorlu Hugh’a (İ.S. 1096-1141) göre, “insanlarda ilahi benzerliğine yeniden kavuşturan iki şey vardır, bunlar hakikatin tefekkür edilmesi ve erdemin hayata geçirilmesidir.” Ve bu iki şey de üniversite çalışmalarının amacıydı.
Öyleyse ilimlerin konusu budur, niyetleri budur, yani içimizde ilahi benzerliğe yeniden kavuşturmamızdır… İlahi özyapıya uyduğumuz ölçüde bilgeliği edinmiş oluruz, çünkü böylece, aslında ilahi akıl veya düzende varlığını hep sürdürmüş olan, bizlerde zaman zaman bulunuyorken Tanrı’da hep sabit kalan o bilgelik içimizden yeniden parlamaya başlar.
Orta Çağ skolastikleri, bu ilahi benzerliğe yeniden kavuşmaya çalışırken, kilise atalarının izinden yürüdüler. Eğitimin, ilahi görünümün yenilenmesine katkıda bulunduğuna inanıyorlardı. İşte bu yüzden, kilise babalarından kalan yetkili metinleri eleyip derlediler; bu metodun Adem ile Havva’nın Tanrı’yla paydaşlığını kaybetmesinden kaynaklanan bilgi parçalanmasını onaracağını ummuyorlardı; günaha düşüşten önce insanlığın “eksiksiz bilgi sistemi”ne sahip olduğuna inanıyorlardı, üniversitelerin insanlığın gelişimi adına onarmaya çalıştığı sistem de buydu.
Skolastikler, ilk kilisedeki öncülleri gibi, Mesih’in beden almasını Hristiyan hümanizminin kalbi olarak gördüler ve akademik hareketlerinin itme kuvveti olan aynı kaynak şuydu: Tanrı’nın ebedi yaratıcı Sözü ve Bilgeliği, Tanrı Oğlu Mesih’te insan olduğunda, insanlığa Tanrı’nın sevgisi, yaratılışın anlaşılırlığı ve aklın güvenilirliği temin edilmiştir.
“Tamir İşi”
Bu kanaate dayanarak, skolastik hümanistler var gücüyle “onarım işlerini,” yani insanlığa bilginin tamlığını geri kazandırma işini sürdürdüler. Sistematik bilgi hedefinden ilham almaya devam ettiler; şimdi, ilk dönemlerdeki zulme uğrayan kilisede olmadığı gibi, organize bir Hristiyan toplumun mükemmelliği ve genişlemesi ile birlikte.
Bu eğitim ideali genellikle gerçekte farklı görünüyordu, ancak salt sosyal ve ekonomik düzeyde, katedral okulları ve üniversitelerin sanat programları, Avrupa’daki ticari ve yasal işlemleri yönetmek ve düzenlemek için okuryazarlık ve büro personeli sağlayarak gerçek bir ihtiyaca hizmet etti.
Nihayetinde Orta Çağ Hristiyan hümanizmi başarılı olmadı. Tam gerçeklik bilgisini yeniden kazanma hayali, gerçekliğin karmaşıklığı ışığında savunulamaz hale geldi. Birkaç yüz kitap tüm insan bilgisini içerdiğinde bu rüya makul görünebilirdi, ancak Orta Çağ bilginlerinin yayın seli kısa sürede bu umudun imkansızlığını gösterdi.
Üstelik deneysel bilgi eksikliği, skolastik projeyi başarısızlığa mahkûm etti. Ampirik bilimin yükselişi, kozmos hakkındaki eski varsayımları yalnızca özetlemenin ve tekrarlamanın insanlığın doğa bilgisini ilerletmediğini açıkça ortaya koydu.
Yine de Orta Çağ Hristiyan hümanistleri modern üniversiteyi kurdular ve akla olan güvenleri modern bilimin temellerini attı. Buna ek olarak Orta Çağ hümanizmi, modern insanın eşsiz, yeri doldurulamaz ve biyolojiye veya sosyal role indirgenemez kavramının zeminini hazırladı. Bu Orta Çağ katkısı olmasaydı, insanlığın onuru, özgürlüğü ve haklarıyla ilgili mevcut fikirlere sahip olamazdık.
Aslında, insan kimliğine yönelik teknolojik ve genetik meydan okumalarla dolu günümüzde birçokları için hiçbir şey Orta Çağ dönemi üniversitesinin bu Hristiyan hümanist mirasını geri kazanmaktan daha önemli görünmüyor; o dönemdeki amaç sadece teknik kabiliyet ve uzmanlıktan ziyade, gerçeğin ticari başarıdan veya kimlik siyasetinden daha önemli olduğu yerde, Mesih benzerliğinde gelişmekti.
Not: Türkçesi E-Manet Dergisinden alınmıştır.
Kaynakça: https://christianhistoryinstitute.org/magazine/article/139-restoring-the-divine-likeness