DUA İLE DOLU BİR YAŞAMIN nasıl hem erdemli hem de Ruh tarafından güçlendirilen bir yaşamın temelinde yattığını ve bunların nasıl sırasıyla bize toplumsal adalete katkıda bulunma ve Göksel egemenliğin müjdesini duyurma becerisi kazandırdığını öğrendik. Geriye kalan bir unsur da tüm bu bileşenlerin günlük yaşam içinde nasıl işlev gördüğünü anlamaktır, ki bu işlev Beden Alma Geleneğinin konusudur.
Hıristiyan yaşamının ve inancının Beden Almakla ilgili Yönü, görünmeyen ruhsal alanı o anda göstermeye ve görünür hale getirmeye odaklanmıştır. Tanrı‟nın lütfunun görünür hale geldiği bir yaşam sürmek, Tanrı’yı günlük yaşamda gösterme ve etkin hale getirme ihtiyacına karşılık verir.
TARİHSEL BİR PARADİGMA ARAYIŞI
Sussanna’nın vaftizinde babası Dr. Samuel Annesley’e kaç tane çocuğu olduğu sorulmuştu. “Sanırım iki düzine ya da yüzün çeyreği kadar” diye yanıtladı. Doğru olan ikinci tahminiydi: Sussanna ünlü Püriten rahibin yirmi beşinci çocuğuydu. 20 Ocak 1669’da Londra‟da doğdu. Beden Alma Geleneğinin tarihsel modeli olarak seçtiğim kişi Sussana.
Sussanna’yı günlük yaşamın hiçbir ayrıntısını kaçırmaması nedeniyle seçtim: Tanrı’yı ayrıntılarda bulma ve aynı ayrıntılar yoluyla Tanrı’ya hizmet etme. Sussanna sıradan şeyleri, onlardaki olağanüstü değeri algılayarak yapmayı öğrenen milyonlarca insanı temsil etmektedir. Sonraki yıllarda Sussanna şöyle dua edecekti: “Rab, dinin kilise binalarıyla ya da toplanma yerleriyle sınırlı olmadığını, ve yalnızca dua ya da derin düşünmeden ibaret olmadığını, her yerde Senin huzurunda olduğumu hatırlamam için bana yardım et. Öyle ki, her sözüm ve eylemim ahlâksal bir içerik taşısın…Yaşamımda meydana gelen tüm olaylar sonuçta benim için yararlı olsun. Her şey bana öğretsin ve erdemlerimi geliştirme, günlük dersler çıkarma ve Sana benzeme yolunda büyüme fırsatı sunsun… Amin.” Bu arada bu dua Beden Alma Geleneğiyle ilgili bulabileceğiniz en iyi ifadelerden birisidir.
Sussanna yaşına göre olgun bir çocuktu. Kadın olduğu için üniversiteye gidememesine rağmen evde bir temel eğitim aldı. Zekası ile tanınan babası (Oxford‟taki Queen’s College’dan Master ve Hukuk Doktorası ünvanları almıştı), eğitiminde aktif bir rol aldı. Babasının öğretmenliğiyle mantık, metafizik, anatomi, Fransızca ve olasılıkla Yunanca ve Latince öğrendi. “Kısa elbiseli teolog” olarak anılıyordu ve bu şekilde anılmasının iyi bir nedeni vardı.
13 yaşına geldiğinde Konformizm karşıtı gruplar (babası “Konformizm karşıtlarının Aziz Pavlus”u olarak biliniyordu) ve Kurulu Anglikanizm arasındaki öğreti tartışmalarını dikkatli bir biçimde inceledi ve İngiltere Kilisesi leyhinde karar verdi. Samuel Annesley kızının kararıyla ilgili içten içe ne kadar kederlense de, Sussanna‟yı kutsadı ve Sussanna ölümünden sonra tüm mektuplarını ve belgelerini teslim ettiği gözde kızı olarak kaldı.
Sussanna’nın yaşamında gerçekleşen bir sonraki en önemli olay evliliğiydi. Size kiminle evlendiğini söylediğim zaman hangi Sussanna’dan bahsettiğimi fark edeceğinize eminim. Hayır, tanınmış biri olan kocası değildi, ancak çocuklarından ikisi tüm İngiltere’nin en çok tanınan simalarından olacaktı. Sözünü ettiğim iki çocuk Metodizmin kurucuları olan John ve Charles Wesley‟dir; Samuel Wesley ve Sussanna Wesley‟in –burada anlattığımız Susanna‟nın– çocukları.
Pek önemli birisi olmayan Rahip Samuel Wesley de ciddi ve görkemli İngiltere Kilisesini tercih ederek Konformizm karşıtlığını terk etmişti, bu yüzden birbirlerine ilgi duymaları şaşırtıcı olmamıştı. 12 Kasım 1688’de Londra’da St. Marylebone Bölgesi Kilisesi’nde evlendiler. Samuel iki küçük bölgenin rahip yardımcısı oldu ve bir başkasının da rahipliğini yaptı, ayrıca kısa bir süreliğine bir savaş gemisinde de rahiplik görevini yürüttü, ancak hizmet yaşamının büyük kısmı asıl olarak Lincolnshire’daki Epworth Bölgesi Kilisesi’nde rahiplik yaparak geçti. Ve Sussanna‟nın yaşayıp çalıştığı ve dünyaya yaşama ve çalışma sorumluluklarının ne kadar kutsal olduğunu gösterdiği yer Epworth oldu.
Anne ve Eğitimci
Sussanna ilk olarak bir anneydi. Onun için annelik bir çağrı –vocatio– idi ve o bu işi günümüz insanının anlaması çok zor olan bir ciddiyetle ele aldı. Yirmi yıl gibi kısa bir sürede on dokuz çocuğa sahip olması bile biz modern insanlar için anlaşılması zor bir konudur. Çocuklarından dokuzu hayatta kalmayı başaramamıştı, ancak geriye kalan on çocuğu o gün için bile özel bir şey olan sevgi dolu bir ilgiye kavuştu. Ve eğitim –evet hem de nasıl bir eğitim! Sussana‟nın, bir tür “ev okulu” ortamı yaratarak çocuklarının hepsinin eğitimini üstlenmesi herkes tarafından takdir edilmiştir.
Çocuklarının eğitimini üstlenmek kolay bir iş değildi. Aslında küçük bir özel yatılı okul kurmuştu. Tüm çocukları -yedisi kız, üçü erkekti- beşinci yaş günlerine geldiklerinde alfabeyi öğrenmiş ve Yaratılış’ın ilk bölümüne başlamış oluyorlardı. Evde hazırlanan ders programı gramer, tarih, matematik, coğrafya ve teolojiyi kapsıyordu. Baba, Samuel arada sırada Sussanna’ya klasik eserler dersinde yardım ederdi.
Dersler sabah dokuzdan öğleye ve öğleden sonra ikiden beşe kadar devam ederdi. Olaylarla dolu yaşamlarının tüm iniş ve çıkışlarına rağmen Sussanna günlük altı saatlik ders programını yirmi yıl sürdürdü. Bir yandan yeni doğan bebeğe bakarken, ev hesaplarını tutarken, mektuplarını yazarken ve dikiş işlerini yaparken her gün çocuklarıyla ders yapmayı da sürdürdü. Buna ek olarak, herbir çocuğuyla haftada bir gün bireysel olarak görüşürdü. John’un özel dersi Perşembe geceleriydi ve tüm hizmet yaşamı boyunca Perşembe geceleri dersleri için duyduğu minnettarlığı ifade etti. Sussanna bu programı çocuklarını harika kişiliğinden besleyerek yirmi yıl boyunca sürdürdü.
Bu kişiliğin bir yönü sahip olduğu olağanüstü sabırdı. Bir ders sırasında karısını izleyen Samuel, Susanna‟nın tek bir bilgiyi yirmi defa tekrarladığını saymıştı. Susanna‟ya, “Sabrına hayranım, çocuğa aynı şeyi yirmi defa tekrarladın” dedi. Sussanna gülümseyerek baktı ve şöyle dedi: “Eğer on dokuz defa tekrarlamanın yeterli olacağını düşünseydim tüm çabam boşa giderdi. Yaptığımın amacına ulaşması için yirminci tekrar gerekliydi.”
Kişilik özelliklerinden bir diğeri de olağanüstü öğrenme sevgisiydi. Sussanna’nın bu özelliğini, “ev okulu” yıllarından sonra dış dünyaya açıldıklarında hevesle bilgi peşine düşen çocuklarına aktardığı açıktır. Üç erkek kardeşin üçü de yüksek seviyelere geldiler, John Oxford’daki Lincoln Üniversitesinde akademik yaşama atıldı. Elbette o günlerde kızlar resmi üniversite eğitimi alamıyordu. Fakat buna rağmen John, kardeşi Emily’e o güne kadar dinlediği en iyi Milton okuyucusu olduğunu söylemişti. Kızkardeşlerinden bir diğeri olan Martha, büyük Samuel Johnson edebiyat çevresinin saygıdeğer bir üyesi olmuştu.
Üçüncü kız kardeş Hetty çok daha öne çıkmıştı. Samuel bu kızının olağan üstü niteliklerini fark ederek ona klasikler konusunda özel bir eğitim verdi, Hetty dokuz yaşına geldiğinde Yunanca ve Latince okuyabiliyordu. Aynı zamanda “üstün bir şiirsel dehaya,” hem kendisinin hem de kardeşi Charles’ın babalarından miras olarak aldıkları bir yeteneğe sahipti. Bir çağdaşı onu şöyle tanımlamıştı: “Coşkulu, zeki, sıçrayarak yürüyen Hetty; içlerinde en nükteli, en zeki ve neşe dolu olanı.”
“Yaşanılan Felaketler”
Ancak tahmin edebileceğiniz gibi hayatlarındaki her şey toz pembe değildi. Hetty deyince, Sussanna ve ev halkının pençesine düştüğü üzüntü, hatta trajediden de söz etmem gerekiyor.
Hetty’nin yedi kız kardeş içinde en çekicileri olduğu söylenirdi. Fakat Epworth uygun bir genç adam bulmak için en iyi yer olmaktan çok uzaktı. Bir keresinde Hetty kız kardeşi Emilia’ya şöyle yazmıştı:
Dışarıda bırakıp bilgeliği, anlayışı ve zarafeti Talih sıkıca bağladı bir yere seni:
Yüksekten uçan kuşlar gibi erdem de bakar tepeden, Doğduğu için kayıtsız takdir gübre yığınları üzerinden…
Hetty’e ilgi duyan John Rombley adında bir adam vardı. Oxford’da eğitim görmüştü ve yakınlardaki bir köyde öğretmenlik yapıyordu. Ne yazık ki, egemen siyasi rüzgara uyum sağlamak için Tory ve Whig‟e bağlılığından vazgeçen Samuel Wesley’i küçümseyerek onu gücendirdi. Samuel Romley’den evden çıkmasını istedi ve Hetty‟nin onunla görüşmesini yasakladı. Hetty babasının isteğine uydu. Ancak kısa süre sonra bir avukat Hetty’e kur yapmaya başladı ve Samuel bu ilişkiyi de yasaklayınca Hetty genç avukatla kaçtı. Aşığı ona kaçıp evleneceklerini söylemişti, ancak ertesi sabah adam gitmişti, bir süre sonra Hetty hamile kaldığını anladı. Hetty yıkıma uğramış, Samuel de küçük düşmüştü. Susanna’nın yalvarmaları olmasaydı, Samuel Hetty’nin derhal evden ayrılmasını isteyecekti. Samuel, babasız bir çocuğun utancından kurtulmak düşüncesiyle Hetty’yi bulabildiği ilk adamla, kırsal bölgelerde seyahat ederek gezici su tesisatçılığı yapan birisiyle evlendirdi. Evlilik doğal olarak tam bir felaket olmuştu ve Hetty bir gecelik düşüncesizliği nedeniyle hayatı boyunca acı çekti. Edebiyat alanında kızından çok şey bekleyen babası tarafından reddedilmesi, Hetty‟nin kederini daha da artırdı. İkisi asla barışmadılar.
Bu olay Samuel Wesley’in katı, kendisini her zaman haklı gören yanını gösterir. İmanlı ve gayretli bir koca, baba ve rahip olmasına karşın bu özelliği kişiliğinin aydınlanmamış bir yönüydü. Kendini çok sık göstermemişti, fakat ne zaman su yüzüne çıksa Wesley ailesine mutsuzluk getirmiştir.
Susanna’nın kendisi de bir keresinde Samuel’in sertliğine maruz kalmıştı. Bir gün akşam duası boyunca kocasının İngiltere Kralı III. William için dileklerine Amin dememişti. (Susanna’nın tahttan indirilen II. James’in Tanrı‟dan aldığı krallık hakkı gereği hâlâ kral olduğunu düşünen azınlığa karşı bir sempatisi vardı.) Daha sonra olanlar hakkında Susanna şöyle yazmıştı: “Çalışmasını bitirdi ve beni çağırarak dualarına neden amin demediğimi sordu. Soruya biraz şaşırmıştım ve nasıl yanıtladığımı iyi hatırlamıyorum, ama daha sonra neler olduğunu çok iyi hatırlıyorum: Hemen diz çöktü ve Kral için edilen duaya amin demediğim için Tanrı’dan ve ondan af dilemeden önce bana dokunursa veya benimle yatağa girerse, Tanrı‟nın kendisinden ve tüm soyundan intikam alması için kendisini lanetletledi.”
Susanna bu tehdite karşı durdu ve tutumunu sürdürdü. Samuel dargın bir biçimde ayrılarak Londra’ya gitti ve altı ay boyunca dönmedi. Daha sonra ancak Wesley‟lerin evinin üçte ikisini yok eden trajik bir yangın sonrasında geri döndü. Yangın onları tekrar bir araya getirmişti ve barışmalarının en görünür sonucu bir sonraki Haziran’da geldi, John adında bir bebek.
Oğulları John’u bir yangın vermişti bir diğer yangın da onu neredeyse geri alacaktı. Bu, Metodist literatürde John’un “ateşten çıkarılmış yanmış odun parçası” olarak bahsedildiği ünlü yangındı. 9 Şubat 1709 Çarşamba gecesiydi. Gece yarısı civarında, belki de rahibin düşmanlarının son kötülüğü olan bir yangın evi sardı. Yangını izleyen panik içinde herkes dışarı çıkmayı başardı –beş yaşındaki John (veya o zamanlar çağrıldığı şekliyle Jacky) dışında herkes. Susanna kocasının “çocuk odasında perişan bir biçimde ağlayan” Jacky‟yi duyduğunu yazar: “bir kaç kez yukarıya tırmanmaya çalıştı ama alevler buna izin vermedi; daha sonra onu kaybettiğini düşündü ve ruhunu Tanrı’ya emanet etti, sonra diğerlerine bakmak için geri döndü.” Ancak babanın bilmediği şey, küçük Jacky’nin tırmandığı çocuk odasının penceresinin kenarından tekrar yardım istemiş olduğuydu. “Merdiven getirin!” diye bağırdı bir adam –ama hiç zaman yoktu. İri bir adam duvardan destek alırken daha zayıf birisi omuzlarının üzerine çıktı. İlk denemede zayıf adam yere düştü; ama ikincisi başarılıydı, alevler içindeki çatının çökmesinden hemen önce küçük Jacky’yi pencereden dışarı çekti –gerçekten de “ateşten çıkarılmış yanmış odun parçası” benzetmesi yerinde bir benzetmeydi. Samuel sevinç içindeydi, oldukça korkmuş olan ailesini yanmış evlerinin yıkıntılarının yanında bir araya topladı: “Gelin komşular, birlikte diz çökelim! Tanrı’ya hamt edelim! Sekiz çocuğumun hepsini bana bağışladı: Ev gitsin, ben yeteri kadar zenginim!”
Ailesi bakımından belki zengindi ama sahip oldukları bakımından bütünüyle yoksuldu. Her şey gitmişti: Evleri, eşyaları, Samuel’in kütüphanesi, Sussanna’nın ilk dönem mektuplarının tümü, Dr. Annesley’in değerli makaleleri –her şey.
Diğer taraftan bu, zor duruma düştükleri ilk olay değildi. Samuel gayretli bir hizmetkârdı, ama dünya işlerini idare etme konusunda son derece zayıftı. Sürekli olarak borç içindeydi ve bir keresinde borçları yüzünden borçlular hapishanesine bile atılmıştı. Susanna, serbest bırakılması için kullanılabileceği umuduyla kendi evlilik yüzüğünü getirip vermek istedi. Samuel –burada onun duyarlı yönünü görürüz– Susanna’yı evlilik yüzüğünden mahrum bırakmaktansa hapiste kalmayı tercih ederek yüzüğü almadı. Sonunda piskopos yardımlarına yetişti ve Samuel’in borçlarını temizleyerek onu kurtardı.
Bu olaylar Susanna’nın “yaşadığı felaketlerden” bazılarıdır. Ve nasıl şikayet etmeden bunlara katlandığını gösterir. Sabrının sırrı, olaylara Tanrı’nın her şeyi sonunda iyilik olacak biçimde yönettiği gerçeğinin ışığında bakmasını sağlayan iman, onu en zor koşullardan bile çıkarabilen bir umut ve kötülüğü iyilikle yenebilen bir sevgiydi.
Susanna’nın trajediyi ruhsal biçimlenme için nasıl bir neden haline getirmeye çalıştığına kulak verelim: “Rab, yaşamdaki hayal kırıklıklarını ve felaketleri, yüreğimi Seninle daha çok birleştirmek amacıyla bilgelikle kullanmam için bana yardım et. Bunlar sayesinde arzularımı dünyaya özgü şeylerden uzaklaştırabileyim ve canımın gerçek mutluluğun peşinden gitme konusunda daha gayretli olması için Sen bana teşvik ver.” Şu sözlerdeki güçlü gerçekçiliğini dinleyin: “Bu dünyadan geçişimde pek çok güçlükle, pek çok dirençle, pek çok hayal kırıklığıyla, inancın ve sabrın günlük sınanmalarıyla her an karşılaşmayı beklemek zorundayım; bu yüzden arzularımı tüm geçici, zamansal hazlardan kurtarmak ve onları ölümsüzlüğe ulaştığımızda hoşlanacağımız, daha ussal ve ruhsal hazlara sıkıca bağlamak en üstün erdem olur.” Şu sözlerdeki bilgeliğini (hiç şüphesiz bu bilgeliği yıllar içinde karşılaştığı zorluklarla kazanmıştı ) dinleyin: “Acıya karşı bildiğim en iyi hazırlık mevcut görevimizin düzenli ve tam olarak yerine getirilmesidir.”
“Doğruluk Vaizi”
John Wesley annesinin “kendine göre bir doğruluk vaizi olduğunu” söylemişti. Susanna hiçbir zaman rahip olarak bir kiliseye tayin edilmemişti. John neden onun hakkında böyle söylemiş olabilir?
Bunun nedeni kuşkusuz Susanna’nın ünlü mutfak toplantılarıydı. Samuel‟in uzun süreliğine kilise konularıyla ilgili olarak Londra’da bulunduğu bir dönemde yardımcısı topluluk ile yeteri kadar ilgilenmemişti. Bunun sonucunda Susanna, ek bir ruhsal etki sağlamak için ailesi için Pazar akşamı toplantılarını yapmaya karar verdi. İlahiler söylemek, dua etmek ve Bay Wesley’in kütüphanesinden seçtikleri bir vaazı okumak için mutfakta toplanmaya başladılar. Kısa bir süre sonra arkadaşları ve komşuları onlara katılmak istedi ve hiç kimse henüz fark etmeden iki yüz can Susanna’nın evinde toplanmaya başlamıştı.
Pazar gecesi toplantıları Pazar sabahına baskın geldiği için kilise yardımcısı Bay Inman’ın onurun kırılmasına ve küçük düşmesine neden oldu. Londra’daki Samuel Wesley ile irtibat kurdu ve normal düzenin dışında tapınma toplantılarını protesto etti. Bay Wesley de karısına yazarak bunlara bir son vermesini istedi. Karısının yanıtı riayet etme ile karşı koyma arasında ustaca kurulmuş bir dengeyi yansıtıyordu.
Susanna, kocasının toplantılara karşı yönelttiği üç temel itirazı yanıtlayarak başladı; bunlar, “ilk olarak olağandışı olması; ikincisi benim cinsiyetim; ve son olarak senin kamusal bir konumda bulunuyor olman ve kamusal kişiliğin.” Oldukça saygılı bir tarzla, her bir itirazı uzun ve eksiksiz olarak yanıtlayarak ele aldı. Son olarak şunları yazdı: “Eğer tüm bu yazdıklarımdan sonra bu topluluğu dağıtmayı uygun görürsen, benden bunu yapmamı istediğini daha fazla söyleme çünkü bu vicdanımı tatmin etmeyecektir; ancak, sen ve ben Rab İsa Mesih’in yüce ve korkunç mahkemesi önüne çıkacağımız zaman, beni bu canlar için iyi bir şey yapma fırsatını kullanmamaktan dolayı suçlanmaktan ve cezalandırılmaktan aklayacak şeyleri tam olarak ifade ederek bana gönder.”
Toplantıların aralıksız olarak devam ettiğini söylemeye gerek var mı? İlginçtir, Susanna mutfak cemaatinden “bizim Topluluğumuz” diye söz etmiştir. O sıralarda John dokuz yaşındaydı ve akademisyenler genel olarak bu toplantıların nihayetinde Metodist Topluluklarının gelişmesi üzerinde belirgin bir etkiye sahip olduğunu düşünmektedirler. Açıktır ki bu toplantılar John‟ın Susanna’yı “doğruluk vaizi” olarak adlandırmasının en belirgin açıklamasını sunmaktadır.
Fakat bu adlandırmanın bir diğer nedeni daha bulunmaktadır ve ben ilki ile eşit derecede önemli olduğunu düşünüyorum. Bu, Susanna’nın mektuplarında, günlüklerinde ve soru-cevap niteliğindeki yazılarında bıraktığı zengin mirastır. Sussana Wesley, evden ayrılan aile üyeleriyle yazışmalarında vaaz etme rolünü sürdürdü. John’un Oxford’daki yılları boyunca, annesi “uygulamalı ilahiyat” öğretmeni olmayı sürdürdü. Bir mektubunda, uzun uzun gayret, sağduyu ve hayırseverlik hakkında yazmıştı. Bir diğerinde ise William Sherlock’un kitabı olan Tanrısal Müdahele Hakkında Bir Söylev‟i yorumlamıştı. Diğer bazı mektuplarında ise sanki Oxford “Kutsallık Kulübü” fiili danışmanı gibiydi. Ve bunun gibi bir çok mektubu daha vardı.
Kimi yazıları daha da geniş bir okur kitlesine yönelikti. John’un ricası üzerine ailesini nasıl eğittiğini anlatan bir makale yazdı ve John bunu yayımladı. Elçilerin İnanç Bildirisi hakkında bir yorum ve On Emir’in açıklayan bir yazı yazdı. “Dinsel Bir Konferans” başlığı altında (yayınlamak üzere yazıldığı anlaşılan) Hıristiyan inancını Isaac Newton tarafından temsil edilerek ortaya çıkan yeni bilim ile uzlaştırma çabasına sahip bir diyalog yazdı. Son olarak, yaşamının sonlarına doğru “Mr. Whitfield’den Bir Mektup Hakkında Bazı Düşünceler”de kamusal tartışma alanına girdi. Bu makalede seçilmişlik hakkında sürmekte olan oldukça karmaşık Kalvinci-Arminci tartışmaya büyük bir enerji ve azimle katıldı ve tanınmış zorlu insanlara karşı kendi görüşlerini savunabileceğini gösterdi. Bunların hepsi bize Susanna Wesley’in gerçekten de inancını açıkça ifade etmeyi ve savunmayı bilen “bir doğruluk vaizi” olduğunu gösterir. Adam Clarke’ın değerlendirmesi –kullandığı dil bugün için oldukça eski olsa da– şöyledir: “Böyle bir adlandırma bir kadın için olağandışı olmasaydı, onun yetenekli bir rahip olduğunu söylemek konusunda tereddüt etmezdim!”
“Kutsal Yaşam ve Kutsal Ölüm”
Susanna Wesley hayatın olağan girdapları içinde kutsal bir yaşam sürdü. Yaşamındaki ayrıntılar, Tanrı ile paydaşlığı ve Tanrı ile beraberliğinin gerçekleştiği yerdi. Ve bu yalnızca yaşamı için değil, ölümü için de geçerliydi.
Susanna, ölümün yaşam kadar kutsal olduğu inancını devraldığı Püriten mirasa sahipti – Tanrı’ya yücelik vermek ve diğerlerini imanda güçlendirmek için bir fırsat olarak görüyordu.. Büyük bir Püriten papaz olan babası Dr. Annesley ölürken dudaklarından şu sözler dökülmüştü: “Seni överek ölecek ve diğerleri sana daha çok övgü sunabileceği için sevineceğim. Sana benzeyerek doyacağım. Doydum! Doydum! Ey en sevgili İsa! Ben geliyorum!”
Susanna Samuel’in ölümünden sonra, yeni rahip ve ailesi gelmek üzere olduğu için Epworth’daki evinden ayrılmak zorunda kaldı. Bu yüzden yaşamının geri kalan yıllarında çocuklarına bağlı yaşadı. Çocukları ona saygıyla baktılar ve son yılları oğlu John ile Metodist hareketin Londra merkezi olan “Foundery”de geçti.
Susanna en iyi hizmetlerinden birini “Foundery”de yeni tomurcuklanan Metodist hareket için verdi. John ve Charles ne zaman müjdecilik hizmetlerini yerine getirmek için ayrılsalar, aslında bir rahip olmayan Thomas Maxfield, Grupları ve Toplulukları Foundery’de biraraya getirmekle sorumlu olarak orada bırakılırdı. Bir rahip olarak atanmadığı için, Maxfield‟in vaaz verme izni yoktu, ama bir keresinde heveslenerek Foundery’de cemaate gerçek bir vaaz verdi. Bunu haber alan John aceleyle Londra’ya döndü. Foundery’e vardığında, Susanna onu karşılayan ilk kişi oldu. John sert bir biçimde “Thomas Maxfield’ın vaizliğe soyunduğunu duydum” dedi. Susanna, belki de mutfak cemaati ile yaşadığı deneyimi anımsayarak şöyle karşılık verdi: “John, benim düşüncelerimin ne olduğunu biliyorsun. Böyle bir şeyi isteyerek desteklediğimden kuşku duyamazsın. Ama bu genç adam konusunda yapacağın şeylere dikkat et; çünkü o da en az senin kadar vaaz etmek için Tanrı’nın çağrısını almış biri. Vaazının meyvelerinin ne olduğunu değerlendir ve onu kendin dinle.”
John annesinin tavsiyesine uydu ve Maxfield’ın vaazını dinledikten sonra şu karara vardı: “Bu Rab!… Ben neyim ki Tanrı’ya karşı koyayım!” Bu karar Metodist akımın tüm yönünü değiştirdi. Bu hareketin bıraktığı en önemli izlerden birisi, yenilenmenin ateşini tüm dünyaya yayan binlerce rahip olmayan gezici müjdeci oldu.
30 Temmuz 1742’de çocukları Susanna’nın etrafında biraraya toplandı, çünkü artık “sonsuzluğun sınırındaydı.” John bu olayı Günlüğüne şöyle kaydetti: “Yatağın kenarına oturdum. Son mücadelesini veriyordu; konuşamıyordu, fakat öyle sanıyorum ki bilinci oldukça yerindeydi. Biz canını Tanrı’ya emanet ederken bakışları sakin ve huzurluydu ve gözleri yukarıya doğru sabitlenmişti. Üçten dörde kadar [öğleden sonra] gümüş tel kopuyor ve kuyu makarası kırılıyordu; daha sonra hiçbir mücadele, iç geçirme ya da inilti olmaksızın ruhu özgürlüğe kavuştu. Yatağının çevresinde dizildik ve konuşma yeteneğini yitirmeden biraz önce söylediği son isteğini yerine getirdik: ‘Çocuklar, ben kurtulur kurtulmaz, Tanrı’ya bir övgü ilahisi söyleyin.'” Kutsal yaşam, kutsal ölüm –bu Susanna Wesley’di.
Belki şimdi, Susanna’nın yaşadıklarının bir kısmını öğrendikten sonra Adam Clarke’ın sözlerini daha iyi değerlendirebilecek konumdayızdır: “Büyük bir zevk ile onun yaşamını izledim ve ondan pek çok ders aldım; onu sürekli olarak devasa güçlüklerle boğuşurken gördüğümde, Tanrı’nın ondaki lütfuna hayran kaldım ve göz yaşlarıma engel olamadım.”
ÇAĞDAŞ BİR PARADİGMA ARAYIŞI
17 Ekim 1961’de gece yarısı civarında, Birleşmiş Milletler genel sekreterinin uçağı ebediyen anlaşılamayacak koşullar nedeniyle Afrika’nın ortasında düştü. Alevler içindeki o anda dünya en büyük liderlerinden birini kaybetti, Dag Hammarskjöld. Philip Toynbee ondan, “Hammarskjöld, Abraham Lincoln gibi „tam ona ihtiyaç duyulan bir zamanda görev yapan‟ ve Lincoln‟dan sonraki en önemli devlet adamıydı” diye söz eder.
O kaçınılmaz geceyi izleyen günlerden birinde, sekreterin eski bir yardımcısı olan Per Lind, Hammarskjöld’ün kişisel işleriyle ve özel belgeleriyle ilgilenmek için Stockholm’den New York’a uçmuştu. Genel sekreterin 73. Doğu Caddesi üzerindeki geniş apartman dairesinin yatak odasında kullanılmanın ve yılların yıprattığı, solmuş deri bir dosya buldu. Dosyaya, Birleşmiş Milletler Sekreterliği kırtasiyesine ait küçük bir zarf ataçla tutturulmuştu. Zarfın üzerinde yazan isim “Leif Belfrage” idi ve sol alt köşesinde İsveççe bir sözcük olan Personligt –”Kişisel”– yazıyordu.
Per Lind dosyayı ve ilişikteki zarfı açmadan İsveç’e götürdü ve Hammarskjöld’ün meslektaşı ve yıllar boyunca yakın arkadaşı olan Dr. Leif Belfrage’e elden teslim etti. Zarfın içinde tarih düşülmeden İsveç dilinde yazılmış bir not vardı:
Sevgili Leif:
Belki bir keresinde her şeye rağmen sana her zaman bir günlük tuttuğumu söylediğimi ve senden bir gün bu günlüğün sorumluluğunu üzerine almanı istediğimi hatırlarsın.
İşte o günlük.
Başlarda başkalarının okuması amacıyla yazmıyordum. Ancak daha sonra yaşadıklarım ve hakkımda tüm söylenip yazılanları düşündüğümde durum değişti. Çizilebilecek tek doğru “profili” burada yazılanlar sağlayabilir. Bu nedenle son bir kaç yıl boyunca yayınlanma olasılığını hesaba kattım, buna rağmen kamu için değil kendim için yazmaya devam ettim.
Eğer bunları, kendimle –ve Tanrı ile– pazarlıklarımın sunulduğu bir tür resmi rapor olarak yayımlanmaya değer bulursan, sana bunu yapma iznini veriyorum.
Dag
Belfrage böyle bir konuşmanın bir kaç yıl önce geçtiğini hatırladı ve doğal olarak dosyada Hammarskjöld’ün Birleşmiş Milletler’de yaptıklarını anlattığı siyasi anıların yer aldığını düşündü. Dosyanın kapağını açtığında, Hammarskjöld’ün otuz yılı aşkın bir süreyi kapsayan en özel düşüncelerini açıkladığı altı yüzü aşkın bireysel kaydı gördüğünde nasıl şaşırdığını hayal edebilirsiniz. Tek bir sözcükten oluşan “Vägmärken” başlığı altında toplanan yazıların tümü Genel Sekreterin kendisi tarafından eski bir makine ile kendi dairesinde yazılmıştı. Başka hiç kimse tek bir sayfasını bile görmemişti –aslında kimse varlığından bile haberdar değildi.
Böylelikle uzun süre etkisini sürdüren ruhsal klasik Markings(İzler) dünyaya kazandırılmış oldu. İlginçtir ki, özenle yazılmış 175 sayfanın hiç birinde Hammarskjöld bir kez bile uluslararası bir görevli olarak kariyerinden doğrudan söz etmez. Ne ilişkide bulunduğu pek çok başkandan, kraldan ve başbakandan söz eder ne de oldukça merkezi bir rol oynadığı dramatik tarihsel olayları anar. Bunun yerine katı bir inceleme ve mutlak bir dürüstlükle, karmakarışık ve zaman zaman da zorluklarla dolu olan “Tanrı’nın can ile evliliğinin” yolculuğunu anlatır.
Markings, keşişlere özgü bir inzivanın uzun süreli derin düşünceleri olarak ortaya çıksaydı, olağanüstü bir kitap olurdu. Ancak, modern uygarlığın en değişken uluslararası arenasında kaleme alınmış olduğunu dikkate aldığımızda çok daha şaşırtıcı bir yazı haline gelir. W. H. Auden Markings‘e yazdığı önsözde, kitabı “özü sözü bir olan uzman bir adam tarafından bir yaşamda via activa ve via contemplativa‟yı (eylem ve düşünce) birleştirme çabası üzerine hesaplaşmalar – buna benzer başka bir tane daha hatırlayamıyorum– olması bakımından önemli bir tarihsel belge” olduğunu söyler.
Ve böylelikle bu ince cilt bizim için Beden Alma Geleneğinin parlak bir çağdaş modelini sunar. Hammaskjöld’ün mesleği en derin ruhsal kanılarını sonuna kadar yaşamak için önemli bir yer haline gelir. Böyle yaparak, adanmışlık ve iş dünyası arasındaki uçurum üzerinde bir köprü kurmuştur. Onun siyasi uğraşı derin anlamda bir sakrament gibi sürdürülen bir yaşamdı. Aslında yaptığı işi tanımlarken kendisi “meslek” ve “çağrı” sözcüklerini kullanmıştı. Ve yaşadığı iç çatışmadaki gözü pekliği, kendi biyografi yazarının “ahlâksal yargıçlık” olarak adlandırdığı, üstün ahlâksal liderlik yeteneğine sahip kaya gibi sağlam bir kişilik şekillendirdi.
Dag Hammarskjöld tamamen çağdaş entellektüel düşünceye uygun bir eğitim almıştı; edebiyat, tiyatro ve felsefe alanında önde gelen yenilikçi isimlerle yakın arkadaşlıkları olan bir uluslararası ilişkiler uzmanıydı. Aynı zamanda, barış ve düzen için en çok emek veren ve en çok sorumluluk taşıyan görev yaptığı bu yer ile ilişkiye geçmesi için sessizce ve kolayca fark edilemeyecek bir biçimde getirdiği yaşayan bir inanca sahipti. Uluslararası diplomasinin zirvesinde, “Çağımızda, kutsallığa giden yol zorunlu olarak eylem dünyasından geçer” diye yazmıştı.
Derin Kökler
Hammarskjöld ailesi, önemli kamu görevlerinde yer almaları nedeniyle İsveç’te üç yüz yıldan daha uzun bir süredir tanınır. Dag’ın babası olan Hjalmar Hammarskjöld, adalet bakanlığı, eğitim bakanlığı, Kopenhag büyükelçiliği, Uppsala’da Uppland valiliği, ve İsveç başbakanlığı görevlerini içeren seçkin bir siyasi kariyere sahipti. “Babam tarafından,” diye yazmıştı Dag, “hiç bir yaşamın kendi çıkarını düşünmeksizin ülkesine –veya insanlığa– hizmet eden bir yaşamdan daha tatmin edici olmadığı inancını miras aldım. Bu hizmet, tüm kişisel ilgilerinizi feda etmenizi gerektirir, ama aynı zamanda inançlarınızı kararlılıkla savunmak için cesareti de zorunlu kılar.” Yaşlı Hammarskjöld’ün baba olarak etkisi tek bir sözcük ile özetlenebilir, “görev” –göreve titizlikle ve durmaksızın kendini adama– bu Dag Hammarskjöld’ün bütün yaşamına yayılan bir temadır. Babasına duyduğu saygı hatta derin hürmet, zihnini ve yaşamını kapsamlı bir şekilde etkilemiştir.
Diğer taraftan, babasından kalan iki talihsiz miras Dag’a yaşamı boyunca eşlik etti. İlki soğuk ve mesafeli olmasına neden olan bir yabancı gibi hissetme eğilimiydi. Hjalmar Hammarskjöld yasaklayıcı, baskıcı ve otoriter bir kişiydi. Kırk yıl sonra Dag acı veren bu çocukluk anısını şöyle dile getirecekti:
Kulağının üstündeki tokat öğretti çocuğa Babanın adının
Karşı olduğunu onlara.
İkinci miras Dag’ın bekar bir yaşam sürme kararı almasına neden oldu. Bunu New York’taki BM merkezini ziyaret ederken Dag Hammarskjöld’e neden şimdiye kadar hiç evlenmediğini soran İsveç Kraliçesi’nden öğreniyoruz: “Babasının kamu hizmeti nedeniyle hep uzakta olması nedeniyle annesinin ne ölçüde acı duyduğunu görmüştü, bir kadını böyle bir acıya mahkum etmek istemediğini söyledi.”
Buna karşılık, Dag’ın annesi Agnes Almqvist sıcak kanlı, son derece demokrat ve arkadaşlarına karşı olduğu kadar yabancılara karşı da cömert bir insandı. Eski ve uğursuz olarak tanınan Uppsala’daki vali konağını, Dag ve üç erkek kardeşi –Bo, Ake ve Sten– için huzurlu bir eve dönüştürebilmişti. Dag üzerinde de büyük bir etki bırakmıştı: “İncil‟deki radikal anlamıyla, tüm insanların Tanrı’nın çocukları olarak eşit olduğu ve herkese Tanrı’da bizden üstün kişiler olarak görülmesi ve davranılması inancını annemden miras aldım.” Annesine yönelik basit ama dokunaklı bir şekilde kaleme aldığı övgüsünde Dag bir arkadaşına şöyle yazmıştı: “Annem… en çok takdir ettiğim niteliklere sahipti: O yürekli ve iyi bir insandı.” Anne ve babasından sonra genç Hammarskjöld‟ü belki de en çok biçimlendiren etki sık sık yaptığı bir spor olan dağ tırmanışlarıydı. Onun için dağcılık bir zevk kaynağı ya da bir fiziksel egzersiz hatta bir zihinsel uğraş olmaktan çok uzaktı, bu bir tür kişilik biçimlendirme aracıydı. BM Genel Sekreteri olarak yeni sorumluluklarını yerine getirmek için New York’a iner inmez, hava alanında muhabirlere dağcılığın bir kamu kuruluşunda en fazla ihtiyaç duyulan nitelikleri nasıl geliştirdiğini anlattı: “Dağcılık dayanıklılığı… azmi ve sabrı, gerçeklere sıkıca tutunmayı, dikkatli ama yaratıcı bir planlamayı, tehlikeleri açıkça fark etmeyi; aynı zamanda da kaderimizi kendimizin şekillendirdiği ve en güvendeki dağcının tüm zorlukları aşmak için yeteneklerinden asla kuşku duymayan dağcı olduğu gerçeğini beraberinde getirir.”
1924 yılında, on dokuz yaşındayken Uppsala Üniversitesi’nden lisans derecesiyle mezun olduktan sonra* kamu hizmetinde hızla ilerledi. Hizmet verdiği pozisyonlar, Kraliyet İşsizlik Komisyonu sekreterliği, Maliye Bakanlığı Müsteşarlığı ve dünyadaki en eski emisyon bankası olan İsveç Bankası sekreterliği ve daha sonra başkanlığı oldu. İkinci Dünya Savaşını takiben gittikçe daha çok dış işleriyle ilgili pozisyonlar verilmeye başlandı: İsveç‟in Birleşik Devletler ile ticaret anlaşmasını yeniden müzakere etmek, Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü’nün başkan yardımcısı olarak hizmet vermek, Dış İşleri Bakanlığı’nda genel sekreter ve daha sonra bakan yardımcısı olarak hizmet vermek, İsveç Kabinesi’nde bağımsız “devlet bakanı” olarak hizmet vermek, ve bunlar dibi daha pek çok görev.
Ününün giderek arttığı bu yıllar boyunca, Hammarskjöld özel içsel düşüncelerini, kendi “izlerini” kaydetmeye başladı. Yirmi yaşında yazılmış ilk kaydında Markings’de egemen olan yoğun içsel bakışın belirtilerini görürüz:
*Yoğunlaştığı alanlar edebiyat tarihi, felsefe, Fransızca ve politik ekonomiydi. Daha sonra doktorasını iktisadi bilimlerde tamamladı. Tezi “Kriz ve Bunalımın Yayılması” başlığını taşıyordu.
İleri sürülüyorum Bilinmeyen bir ülkeye…
Oraya hiç ulaşabilecek miyim? Oraya yaşamın çınladığı yere, Açık tek bir nota
Sessizlik içinde.
Bu satırlar gelmekte olan daha büyük bir karanlığın da habercisiydi.
En Karanlık Gece
1950’de, 45 yaşında Hammarskjöld İsveç‟teki kamu hizmetinin zirvesindeydi. Arkadaşları ve meslektaşları tarafından başarılı işlerin somut örneği olarak görülüyordu. Diğer taraftan, “izler”i bize başka bir adam gösterir –şiddetli yalnızlığın, derin kederin ve neredeyse umutsuzluğun adamı.
O zamana kadar Hammarskjöld “izlerini” yirmi beş yıldır yazıyordu; ancak bu kısım kitabın altıda birinden daha azını oluşturur. Sonraki üç yıl içinde düşünceleri yoğunlaşır ve derinleşir ve Markings‟in dörte birini oluşturur. Bunlar, içinde yaşadığı savaşımı ve sonradan gelenlerin tümünü anlamanın anahtarıdır. Bu düşünceler üç yıl sürecek olan “ruhun karanlık gecesine” girmekte olduğunu göstermektedir.
1950’de Hammarskjöld, gelecek sekiz yılın altısı boyunca takip edeceği bir uygulamaya başlar. Büyük harflerle ve Yeni Yılın ilk günü yazılmış gibi görünen ilk kayıt, 1814 yılına ait bir İsveç ilahisinin satırıdır: “SNART STUNDAR NATTEN” –”ŞİMDİ GECE YAKLAŞIYOR.” Hammarskjöld’ün annesi “Küçük Ben Burada Takılıp Kalmışken” ismindeki bu ilahiyi Yıl Başı Arifesinde yaşamın kısalığı üzerine düşünmeleri için aile çevresinde okurdu. Yaşamın geçiciliğini ürkütücü şekilde hatırlatan bu anıdan sonra Hammarksjöld şunları yazar:
Yok oluşun fırıldayan ateşinde Yıkımın fırtınasında
Ve feda etmenin öldürücü soğuğunda Ölümü buyur edeceksin.
Fakat o yavaşça büyüdüğünde içinde, Günden güne,
Ve yapraklar dökülürken sahte cennet bahçende. Kederlenirsin.
Kederlenirsin, hayatının üzerinde sallanan henüz söylenmemiş hüküm altında.
Bir yıl sonra, 1951 Yeni Yılında şöyle yazar: “‟Şimdi Gece Yaklaşıyor–’ İşte bir yıl daha. Ve bu gün senin son günün olmalıysa… Zamanın makarası bizi bu güne doğru acımasızca çeker. Bunu düşünmek, ötesi olmayan bir anın var olduğunu düşünmek bir ferahlık verir insana.” Ve 1952’nin başındaki örtük kaydı: “‘ Şimdi Gece Yaklaşıyor-‘ Yol ne kadar uzun.”
Ancak 1953 Yeni Yılında ruh hali dramatik bir biçimde değişir:
“-Gece yaklaşıyor-“
Tüm olanlar için -Teşekkürler Tüm olacaklara – Evet!
Ve bir kaç kayıt sonra, “Ben değil, içimdeki Tanrı” diye yazar. Bu andan itibaren düşüncelerine bu olumlu hava egemen olur. Neden? Neden 1950-1952’nin kuşatıcı karanlığı ve 1953 ve sonrasının umutlu bakış açısı arasında bu kadar çarpıcı bir zıtlık var? Bu dramatik dönüşüme neyin sebep olduğunu anlamanın bir yolu var mı?
Evet, kesinlikle. Hiç kuşkusuz Markings‟deki en önemli kayıt, Hammarskjöld’ün yaşamındaki bu aldatıcı döneme dönüp baktığı 1961 yılının Pentikost Günü‟nde yer alır.
Kim –veya ne– bu soruyu sordu bilmiyorum, ne zaman sorulduğunu da bilmiyorum. Cevap verdiğimi bile hatırlamıyorum. Fakat bir an, Birisine –veya bir şeye– Evet diye yanıt verdim ve o andan itibaren varoluşun anlamı olduğuna ve dolayısıyla kendimi teslim ettiğim yaşamımın bir amaca sahip olduğuna emindim.
O andan itibaren, “geriye bakmamanın” ve “yarını düşünmemenin” ne anlama geldiğini biliyordum.
Yaşamın labirenti boyunca yanıtımın Ariadne ipi tarafından gösterilen yoldan ilerleyerek öyle bir yere ve zamana geldim ki, bu Yolun bir yıkım olan zafere ve bir zafer olan yıkıma götürdüğünü fark ettim; yaşamını adamanın karşılığı serzenişti ve insan için olanaklı tek yükselme utancın derinliklerinde yatıyordu. Bundan sonra, “cesaret” sözcüğü anlamını kaybetti; çünkü hiçbir şey benden alınamaz.
Yol boyunca ilerlerken, adım adım, kelime kelime, İncil‟deki tüm sözlerin arkasında bir adamın ve bir adamın yaşadıklarının olduğunu öğrendim. Aynı zamanda kasenin kendisinden uzaklaştırılması duasının arkasında ve onun içmek için verdiği söz olduğunu. Çarmıhtan gelen her bir sözcüğün arkasında da.
“Evet diye yanıtladım.” Bu sözcükler 1953’ün ilk günündeki olumlu havasıyla paraleldir: “Tüm olacaklara – Evet!” 1953’ün Yeni Yıl Günü bu itiraf benzeri olumlamanın –bu Evet‘in–ilk ortaya çıkışıydı, ancak sonuncusu olmayacaktı. Hammarskjöld bunu sık sık, genellikle italik yazı karakteriyle ve gittikçe büyüyen bir anlam ve kesinlik katarak tekrarlar. Aslında, kitabın geri kalan kısmı boyunca yankılanan bir nakarat haline gelir. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri olarak seçildikten sonra sevinçle şöyle yazar: “Özgür olarak, ayakta kalmayı başararak ve her şeyi geride bırakarak – geriye bakmaksızın Evet demek–” İki kayıt sonra şöyle devam eder: “Yaşama Evet demek kendine Evet demek ile bir ve aynı şeydir. Evet – insandaki kendisini ayartılmadan güce dönüştürmeye izin vermede en isteksiz olan unsura bile.
1956’da şunları yazar:
Kendi Evetine meydan okursun–ve bir anlamı yaşarsın. Kendi Evetini tekrarlarsın–ve her şey bir anlam kazanır.
Her şey anlamlı olduğunda, Evetten başka bir şeyi nasıl yaşayabilirsin.
Genel Sekreter olarak yeniden seçilmesinden ardından tekrar, “Tanrı’ya evet: Yazgıya evet: Kendine evet” der. Ve son olarak, trajik ölümünden yalnızca birkaç hafta önce şunları yazar:
Cesaretli olup olmadığımı sordum Sona gitmek için
Ve Evet dedim
Bir an bile düşünmeden.
Birleşmiş Milletler lideri olarak seçilmesinden üç ay önce, Dag Hammarskjöld‟ün yaşamının en derin ruhsal krizini geçirmesi tanrısal bir müdahaleydi –uluslararası arenada karşılaşacağı her şey için yaşamsal bir içsel hazırlık olan krizdi bu.
Ve söylediğimiz gibi geri kalanlar tarihtir. Diğer şeyler, Dag Hammarskjöld’ün Birleşmiş Milletler yöneticiliğindeki sekiz buçuk yıllık hizmet süresi boyunca elde ettiği birçok başarı başkaları tarafından belgelendi, bu yüzden onlardan burada bahsetmek gerekli değildir. 1955’te Pekin’deki ilk cesur görevinden 1956’daki Süveyş krizine müdahalesine, ve 1961’de Kongo‟da aracılık rolü üstlenmesine kadar –yaşamını tehlikeye atan bir görevdi,– Birleşmiş Milletleri bir konferans ve tartışma forumu olmaktan çıkarıp barış için yaratıcı adımlar atan bir kuruma dönüştürdüğünü söylemek yeterlidir. Henry Van Dusen’in yazdığı gibi, “Büyük olasılıkla, tarihte başka hiç kimse uluslar arasında böylesine geniş bir aracılık ve barış çalışması gerçekleştirmedi.”
Bu adama, dünya barışına yaptığı uçsuz bucaksız katkılarından ötürü derin bir minnettarlık duyabiliriz. Dahası, adanmayı ve çalışmayı bir giysi gibi giydiği için minnettar olabiliriz. Beden Alma Geleneğinde, hayatı bir sakrament olarak yaşama konusunda sahip olduğumuz en iyi ifadelerden biri Hammarskjöld tarafından 1956’nın Noel Arifesinde Süveyş Krizinin çözümü en sonunda sağlandığında kaleme alındı: “Senin çabaların başarıyı getirmedi‟ bu yalnızca Tanrı‟nın işiydi –ama eğer Tanrı senin çabalarını kendi işinde kullandıysa sevin.” Ve iki gün sonra şöyle yazıyordu, “İmanla hareket ederiz – ve mucizeler gerçekleşir.”
Eğer yaşamı bu kadar kısa olmasaydı, daha neler yapabilirdi? Bunu asla bilemeyeceğiz. Zamansız ölümü bizim için gerçek bir kayıptır, ama belki de şu sözleri yazarken çok farkında olmadan peygamberlik sözleri söylüyordu:
İmanlı için, Son mucize
İlkinden daha büyük olacaktır.
KAYNAKÇA: Foster, J.F.,TT 2006, ‘Bedenlenme Geleneği’, Streams of Living Water: 237-247, 251-260, İstanbul: Hasat.