SON İKİ BİN YILI KAPSAYAN bu genel gözden geçirmeyle kilise tarihinin kapsamını görmenizi sağlamak istiyoruz. Böylelikle size bu kitapta etüt ettiğiniz altı inanç akımının gelişimini değerlendirebilmeniz için bir süzgeç sunmuş olduğumuzu umuyoruz. Bu incelemenin zaman çizelgesi 1. Bölümün başında verilmiştir. Herhangi bir kilise tarihi kitabından daha fazla ayrıntıya ulaşabilirsiniz.
İnsanlar olayları biçimlendirirler ve olaylar da tarihi belirlerler. Bunun sayısız örneği vardır: İsrail‘in çocuklarının Mısır‘dan çıkışı, Yeruşalim‘in Roma‘ya yenik düşmesi, Roma İmparatorluğu‘nun yıkılması, İslam‘ın yayılması, kent devletlerinin uluslara dönüşmesi, Rönesans, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları. Tüm bunlar önemli dönüm noktalarıdır ancak hiçbiri tarihi İsa Mesih kadar şekillendirmemiş ve tanımlamamıştır.
İsa, tarihin görkemli kıtasal* bölünmesidir. O‘nun ortaya çıkışından önce insanlar yaşamlarındaki Tanrı boşluğunu doldurabilmek için sayısız şey tasarladılar – kurban edilen hayvan ve insanlar, gizli ayinler, yasalar ve düzenlemeler, etkileyici tapınaklar ve daha pek çok şey. Yukarıya çıkmak için sürekli mücadele verdiler, açık bir yol ve ağaçlardan sızan parlak ışığı aradılar, zirveye ulaşabilmek için büyük çaba sarf ettiler. Hiçbiri işe yaramadı. Ormanın sık çalıları ve karanlığı arasında kalakaldılar ve zirveyi sadece kısa bir anlığına görebildiler.
Not: Kıtasal bölünme, “bir kıtayı bölen hattı” belirtir. Kuzey ve Güney Amerika ve Güney Asya’da, bu ayırıcı hat, sıradağların zirvesidir ve zihinlerimizde oluşturduğumuz resim budur: üzerinde insanların yürüyebileceği sıra dağlardan oluşan bir zincir.
Ama kıtasal bölünmedeki insanlık tarihine giren İsa, Tanrı boşluğunu doldurdu ve sıradağların zirvesinde bir yol sundu. Zirveye ulaşmak için verdiğimiz mücadele sona erdi ve artık diğer tarafa inmeye gerek kalmadı. İsa bizi bölünme hattının tepesine çıkardı ve şimdi O‘nun rehberliğinde bu sıradağların sırtlarında yol alıyoruz. Biz, Kilise olarak, Tanrı‘nın insanları olarak, Tanrı‘yla birlikte tarihimizi belirleyen olayları şekillendiriyoruz.
Kilisenin Doğuşu
Kilise, bölünme hattı boyunca yapacağı yolculuğuna alışılmadık yüksek bir noktadan başladı: “Pentikost Günü geldiğinde bütün imanlılar bir arada bulunuyordu. Ansızın gökten, güçlü bir rüzgarın esişini andıran bir ses geldi ve bulundukları evi tümüyle doldurdu. Ateşten dillere benzer bir şeylerin dağılıp her birinin üzerine indiğini gördüler. İmanlıların hepsi Kutsal Ruh’la doldular, Ruh’un onları konuşturduğu başka dillerle konuşmaya başladılar” (Elç. 2: 1-4). Söylendiği gibi, “Bundan daha iyisi olamazdı.” Burada, bu korkmuş, şaşkın, dışlanmış ayak takımı itaatkâr bir biçimde ―yücelerden gelecek güç‖ denen bir şeyi çocuklar olarak bekliyorlardı (Luka 24:49c).
Bu 120 kişi Tanrı‘nın belirlediği, İsa‘nın eğittiği ve Kutsal Ruh‘un güç verdiği ayrıcalıklı Kilise üyeleri oldular. İlk gün, üç bin kişi daha gelişme aşamasındaki bu harekete katıldı ve “Rab de her gün yeni kurtulanları topluluğa katıyordu.” (Elç. 2:47).
Yeni hareketin kökleri Yahudiliğe dayandığından, İsa‘nın izleyicileri için Yeruşalim ve çevresinde kalmak daha kolay olacaktı. Ama bu olsaydı O‘nun sözleri gerçekleşemezdi, “Yeruşalim’de, bütün Yahudiye ve Samiriye’de ve dünyanın dört bucağında benim tanıklarım olacaksınız” (Elç. 1:8b). Radikal, zorlayıcı bir şey imanlıların rahatını bozmaya zorlamalıydı. Bu “bir şey” baskı dönemiydi. İsa‘nın bu ilk öğrencileri, “Yahudiye ve Samiriye’nin her yanına dağıldılar” (Elç. 8:1b). Daha sonra “dağılan imanlılar, gittikleri her yerde Tanrı sözünü müjde[lediler].” (Elçilerin İşleri 8:4).
Pentikost Günü‘nde, doğuda İran Körfezi kıyısından batıda Tiren Denizi‘ne, kuzeyde Karadeniz‘den güneyde Akdeniz‘e uzanan ülkelerden gelen insanlar müjdeyi işittiler. Daha sonra, Habeşli bir hadım yoluyla Afrika‘nın güney ucuna ulaştı (Elç. 8:26- 39). Baskılar altında yaşayan elçiler Yakup öldürülene ve Petrus hapsedilip daha sonra hapisten kurtuluncaya kadar Yeruşalim‘de kaldı. Sonrasında onlar da bölgeye dağıldılar.
Petrus bir süreliğine Sezariye‘ye gitti, ama daha sonra Petrus‘u, tahminen müjdeyi yayan İsa‘nın kardeşleri ve onların eşleriyle birlikte görürüz (1. Ko. 9:5). Tomas müjdeyi Hindistan‘da duyurdu. Pavlus elçilere katılarak Anadolu‘ya ve Yunanistan‘a gitti. Müjdeci Barnaba, öğretmenler Priskilla ve Akvila, pastör Timoteos, kilise görevlisi Fibi, müjdeci Silas ve birçok başka kişi bölünme hattı boyunca zirveden zirveye dolaşarak müjdeyi her yerde duyurdular ve ilk kiliseleri güçlendirdiler.
Ne var ki kısa bir süre sonra Roma baskısı başladı, çünkü Yol‘un izleyicileri Sezar‘ın önünde “diz çökmeyi” reddediyorlardı. İlk baskı İ.S. 64‘te geldi. Neron kendi parasını kullanarak Roma‘yı yeniden inşa etmişti, ama o yıl yangın on dört mahalleden onunu yerle bir etti. Romalılar yangını Neron‘un çıkarmış olabileceğinden şüphelendiler, böylece kenti daha görkemli bir biçimde yeniden inşa edebilirdi (ilk “kentsel dönüşüm” çalışması). Dedikodular Neron‘un kulağına ulaştığında sırrının açığa çıktığını anladı ve kendisine bir günah keçisi aradı ve buldu da. Onun için iyi, Hıristiyanlar için ise (o zamanlar artık ayrı bir grup olarak tanınıyorlardı) kötü oldu. Bu ilk baskı bölgede Hıristiyanlığın yayılmasını çok fazla etkilemedi ama gelecek günlerin habercisiydi: bölünme hattı boyunca uzanan patika ne pürüzsüz ne de kolay olacaktı. Yaklaşık 250 yıl içinde dokuz başka baskı dönemi daha yaşandı. Sonunda, 311 yılında Hoşgörü Bildirisinin çıkarılmasıyla devletin öncülüğündeki baskılar sona erdi. Daha sonra, 313 yılında Roma İmparatoru Constantinus (Konstantin) Milano Bildirisini yayınladığında Hıristiyanlık “resmi din” haline geldi. Bu inancın izleyicilerinin el konulmuş mülkleri iade edildi, tapınma özgürlüğü alındı ve diğer tarikatlarla eşit olmanın tadı çıkarıldı.
Evrensel Konseyler
İlk Hıristiyanlar baskı dönemleri süresince bölünme hattında yaptıkları yolculukta başka bir tehlikeyle daha karşılaşmışlardı: yanlış öğretiler. Kuzey iklimlerinde rüzgârın getirdiği kar bazen o kadar hızlı yağar ki, “beyaz körlük” koşulları yürüyüşe çıkanları güvenli bir yer bulmak için yollarını el yordamıyla bulmaya zorlar. İlk Kilisede de hemen hemen aynı şey yaşanmıştır: müjdeye aykırı düşüncelerin çoğalması görüşlerini bulanıklaştırdı. En büyük çekişmeler Mesih‘in öz yapısının doğru anlaşılması, şehit olmaktan kurtulmak için inancından dönen üyelerin konumu, insan doğası, Kutsal Kitap‘ın hangi kitaplardan oluştuğu, İsa‘nın ölümüyle ne sağladığı ve bunlara benzer başka konular üzerinde olmuştur.
Bu tartışmalar çok fazla zaman ve enerjiye mal olmuştur ama oldukça önemlidirler. İgnatius, Polykarpos, İustinos Martyros, Irenaeus ve Tertullianus gibi ilk önderlerin yürüttüğü mantık ve net düşünceleri olmasaydı, kilisenin inanç sistemi belki de tanınmayacak kadar bozulurdu.
Yedi büyük evrensel konsey bu konuları çözmek için toplandı ve bu konseylere hâkim olan konu Mesih‘in kimliği ile ilgili sorundu. Unutmamak gerekir ki bu konseylerde ele alınan öğretilerin tümü tam olarak yanlış değildi. Bu süre içinde Kutsal Kitap vahisiyle en tutarlı olanını bulabilmek için, bir çok farklı bakış açısı yayıldı. Bu toplantıları politik çekişmeler ve Doğu ile Batı arasında yükselen gerilim karmaşık bir hale getirse de, genel teolojik amaç açıktı.
İmparator Constantinus, ilk evrensel konseyi 325 yılında İznik‘te topladı. Buradaki tartışma, İskenderiyeli bir rahip olan Arius‘un öğretileri üstüneydi. Arius, Mesih‘in tanrı olduğunu kabul etmiyordu. Ona göre, “Söz”ün var olmadığı bir zaman vardı ve İsa Tanrı‘ya tabi idi. Başka bir rahip, Athanasios, Arius‘un ifadelerini ikna edici bir biçimde çürüttü. Arius‘un öğretisi eninde sonunda reddedildi ve Mesih‘in “Tanrı olan biricik Oğul olduğu ve yaratılmadığı” ve Tanrı ile “bir ve aynı öze sahip olduğu‖ (homoousios) olduğu ilan edildi. Böylece daha sonra Oğul, Baba Tanrı ile eşit ve aynı derecede sonsuz olarak tanımlandı. Ayrıca, bu toplantıda (gelecekteki konseylerde genişletilen ve arıtılan) ilk iman bildirisi yazıldı ” bu bildiri daha sonra “İznik Bildirisi‖ adıyla anılacaktır.
İlk Evrensel Konsey‘de İsa‘nın tam tanrılığı konuşulmuştu, İkinci Evrensel Konsey‘de de tam insanlığı konuşulmuştur. Bu toplantı 381‘de İmparator Theodosius tarafından Konstantinopolis‘te toplandı. Durum şöyleydi: Laodikyalı Apollinarius, Arius‘un öğretilerine karşı diğer uca giderek tanrısal Söz‘ün vücut bulan tek doğası olarak İsa Mesih‘in şahsının bütünlüğünü vurguladı ve bu yolla O‘nun içindeki insan canının varlığını reddetti. İsa‘nın insan olduğunun reddi Konstantinopolis‘de kınandı. Konsey aynı zamanda İznik‘in sonuçlarını onaylandı ve İznik Bildirisini daha da geliştirdiler. Ayrıca bu konsey Kutsal Ruh‘un tanrılığını onaylayarak üçlü birlik teolojisinin temel çerçevesini tamamladı.
Sonraki iki konseyi beraber ele almak gerekir. Bu konseyler, İsa‘nın hem tanrısal hem de insani doğasının nasıl tek bir kişilikte var olduğuyla ilgilenmişti. Konstantinopolis patriği olan Antakyalı keşiş Nestorius, Mesih‘in insani ve tanrısal doğası arasındaki ayrımı vurguluyor ve bu ikisinin asla tek bir kişide bir araya gelemeyeceğini öğretiyordu. Diğer uçta ise Konstantinopolis‘un önde gelen keşişlerinden Eutyches Mesih‘in bütünlüğünü öylesine vurgulamıştır ki Mesih‘in insanlığının, tanrısallığı tarafından yutulmasına neden oldu. Her iki düşünce de kınandı: Nestorius Üçünce Evrensel Konsey tarafından 431 yılında Efes‘te, Eutyches ise 451 yılında Dördüncü Evrensel Konsey tarafından Kadıköy‘de. Konseylerdeki bu tartışmaların sonucu, hem Mesih‘in kişiliğinin bütünlüğü hem de Mesih‘in ikili doğası arasındaki fark ile yaratıcı bir gerilim yaratılmasıydı. Kadıköy‘de, “bir ve aynı olan Mesih, Oğul, Rab ve tek Tanrı’nın, bilinen bu iki doğaya da sahip olduğu, “karışıklık ya da değişme ve bölünme ya da ayrılma olmaksızın‖ birbirinin niteliklerine zarar vermeden varlığını tek bir insana ait olarak sürdürdüğü kabul edilmiştir. “Karışıklık ya da değişme olmaksızın” ifadesi, Eutyches‘in Mesih‘in iki doğasını birbirine kaynaştırma hatasını bertaraf etmek içindi. “Bölünme ya da ayrılma olmaksızın” ifadesi ise, Nestorius‘un Mesih‘in kişiliğini ayırma hatasını bertaraf etmek içindi.” İki doğaya sahip tek kişi” Kadıköy‘den sonra standart terminolojiye dönüştü.
Efes‘teki Üçüncü Konseyde Meryem‘in Theotokos, yani “Tanrı‘yı taşıyan” olduğunun ilan edildiğini de eklemek gerekir. Bu, “iki doğaya sahip tek kişi” tartışmalarının bir parçasıydı. Karşıtlarına göre Nestorius Mesih‘in iki kişiden oluştuğunu ve Meryem‘in de Tanrı olan Mesih‘in değil de insan olan Mesih‘in annesi olduğunu öğretiyordu. İsa‘nın “tek kişi” olduğunu ve Meryem‘in durumunun Tanrı ve insanın İsa‘nın kişiliğindeki birliği gizemiyle rol oynadığını vurgulamak için konsey onun Theotokos olduğunu ilan etti. Kadıköy Konseyi bu birlik konusundaki Mesih terminolojisini oldukça netleştirdiği için, Efes Konseyi neredeyse sadece Meryem‘in “Tanrı‘nın taşıyıcısı” olduğunu belirtmesiyle diğerinden ayrılır.
Her ikisi de Konstantinopolis‘te gerçekleşen Beşinci ve Altıncı Konseyler, Kadıköy‘de verilen kararların daha da açık hale gelmesiyle sonuçlandı. Beşinci Konsey, İmparator I. İustinianos tarafından 533‘te toplandı. Esas gündemi, öğretileri Nestorius‘un öğretileriyle aynı şekilde hatalı olan üç kişiyi kınamaktı. “Üç Bölüm” olarak bilinen kişiler Mopsuestialı Theodoros, Edessalı (Urfalı) İbas ve Cyrrhuslu Theodoretos‘tur.
Altıncı Evrensel Konsey (680-681), İsa‘nın hem tanrısal hem de insani iradeye sahip olduğunu ve bu iki iradenin mükemmel bir ahlaksal uyum içinde işlediğini ilan etti. Bu öğreti Kadıköy‘de Mesih‘in tek insan içinde iki ayrı doğa barındırdığını kabul etmesinden kaynaklanan bir çıkarımdır. Böylece Mesih‘in sadece tanrısal iradesi olduğuna inanan bir hareket olan Monotelizm etkili bir şekilde kınandı.
Yedinci Konsey (ve son gerçek “evrensel” toplantı) Bizans İmparatoriçesi Eirene tarafından, İlk Konseyin yapıldığı şehir olan İznik‘te 787 yılında toplandı. Ele alınan konu, özünde doktrinsel olsa da, daha çok uygulamaya yönelikti: imge ve ikonaların Hıristiyan topluluğundaki yeri. Bu sorun uzun süredir kaynıyordu. İkonalara saygı, dördüncü yüzyıldan beri Doğu‘daki tapınma ve ruhsallığın bir parçasıydı. Önemli bir teolog olan İoannes Damaskenos (Şam‘lı İoannes) ikonaların kullanımını İsa‘nın beden alışı öğretisini temel alarak savunmuştu. Diğer bir deyişle Hıristiyanlar için İsa‘nın resmedilmesinin, beden alma teolojisinin bir parçası olduğunu iddia etmişti. Aralarında iki imparatorun da olduğu diğerleri bu iddiaya şiddetle karşı çıkmışlardır. Böylece, ikonoklasmus (ikonakırıcılık) tartışma kısa süre sonra ateşli tartışmalara dönüşmüştür. Bu kördüğümü sadece bir konsey çözebilirdi. Konsey kararıyla, ikona ve diğer sembollerin Hıristiyan tapınmasının meşru parçaları olduğu ilan edilmiştir. Bu kararı açıklarken konsey ikonalara saygı ve ikonalara tapınma arasında kesin bir ayrım yapmıştır.
Aşağıdaki özet, yedi evrensel konseyi hatırlamanız konusunda yardımcı olacaktır:
1. İznik (325): Mesih‘in tam tanrılığı ilan edildi.
2. Konstantinopolis (381): Mesih‘in tam insanlığı ilan edildi.
3. Efes (431): Mesih‘in bütün bir kişiliğe sahip olduğu ve Meryem‘in Theotokos olduğu ilan edildi.
4. Kadıköy (Kalkedon) (451): Mesih‘in “bir kişide iki doğa (tanrı ve insan)” olduğu ilan edildi.
5. Konstantinopolis (533): Kadıköy (Kalkedon) yeniden onaylanmış ve “Üç Bölüm” kınandı
6. Konstantinopolis (680-681): Mesih‘in mükemmel bir ahlaksal uyum içinde işleyen hem tanrısal hem de insani iradeye sahip olduğu ilan edildi.
7. İznik (787): İkonalar ve diğer sembollerin tapınmaya ve bağlılığa yardım ettiği kabul edildi.
Elbette, daha pek çok önemli konu yedi evrensel konseyin toplandığı yüzyıllar boyunca tartışılmıştır, bunlardan birisi de Kutsal Kitap Kanon‘udur. Bu konu, ikinci yüzyılda yaşamış bir önder olan Markiyon‘un Eski Antlaşma‘daki Tanrı‘nın İsa‘nın sunduğu Tanrı‘dan çok farklı olduğunu düşündüğü için Hıristiyanların İbranice Kutsal Kitap‘ı reddetmeleri gerektiğini öğretmeye başlamasıyla sorun haline geldi. Bu durum, Hıristiyan düşünürleri sadece İbranice Kutsal Kitap değerlendirmeye değil, Hıristiyan dönemi yazılarında da neyin güvenilir olduğuna karar vermek için çalışmaya itmiştir. Yeni Antlaşma‘da gördüğümüz ve yirmi yedi bölümden oluşan ilk liste, İskenderiye piskoposu Athanasios‘un 367 yılında yazdığı bir mektuptandır. Doğal olarak Kilise bundan çok daha sonra Yeni Antlaşma üzerinde tam bir fikir birliğine varmıştır. En önemli ölçüt, bu kitapların elçilerden biri tarafından mı yoksa bir yakınları tarafından mı yazılmış olduğudur. Diğer ölçüt, yazının vahiyin geri kalan kısmıyla uyumlu olup olmadığı ve deneyimle test edilip edilemediğidir (ki bu şekilde, Hıristiyan topluluğu tarafından uzun süre kullanılarak tanrısal vahiy konusunda fikir birliğine varıldı).
Gördüğümüz gibi Hıristiyan topluluğu, evrensel konseylerin gerçekleştiği yüzyıllarda, bölünme hattı boyunca sürdürdüğü yolculuğundaki tartışma fırtınaları arasından yolunu bulabilmiştir. Bugün, Kiliseye bu zor zamanlarda yardımcı olanlara çok şey borçluyuz.
Ancak teoloji topraklarında yaşanan müthiş tipi geride kalmış olsa da, iki büyük deprem henüz yaşanmamıştı. Bu depremler, Kiliseyi bir daha asla birleşmeyecek üç kola ayıracaktır: Doğu Ortodoksluğu, Roma Katolikliği ve Protestanlık. Ortodoks depremi 1054‘te, Protestan depremi de 1517‘te yaşanmıştır. Şimdi Hıristiyan inancının bu üç büyük ifadesini tek tek ele alalım, öncelikle her bir depremin tarihini ve zeminini ve daha sonra da her ifadenin güçlü yönlerini inceleyelim. Roma Katolik Kilisesi ile başlıyoruz.
Roma Katolik Kilisesi
Papa‘nın üstün otoritesi Roma Katolik Kilisesi‘nin merkezini oluşturduğu için, Roma inanç ifadesini anlamak için papalığın ortaya çıkışının izini sürmemiz gereklidir.
Papa’nın Yükselişi
Kilisenin ilk yüzyıllarında Hıristiyan düşüncesi ve yaşamı özellikle beş merkezde toplanıyordu: Yeruşalim, Antakya, İskenderiye, Konstantinopolis ve Roma. Bu merkezlerin her birinde ruhsal ve teolojik önderliği üstlenen birer piskopos vardı ve hepsi de dostluk içinde hizmet ediyordu. Ancak Yeruşalim, Romalılar tarafından İ.Ö. 70‘te yıkıldıktan sonra etkisini bir hayli yitirdi. Antakya ve İskenderiye teoloji üretimi açısından güçlü merkezlerden olsalar da Roma ve Konstantinopolis‘in politik etkinliğiyle yarışmakta zorlanıyorlardı. Ayrıca yedinci yüzyılda İslam‘ın ortaya çıkmasıyla beraber Yeruşalim‘in, Antakya‘nın ve İskenderiye‘nin etkisi yavaş yavaş azaldı.
Siyasi gücün merkezi olan Roma, Kilise hayatını hâkimiyeti altına almaya başladı. Ama 330 yılında İmparator Constantinus Roma‘dan Konstantinopolis‘e geçince siyasi gücün merkezi yer değiştirdi. (Şehrin özgün adı Byzantium idi. Buraya geçtikten sonra Constantinus şehre kendi adını verdi.) Bu durum Doğu ile Batı arasında sadece teolojik düşünce üstünlüğü için değil, fakat aynı zamanda kilisenin gücünün de hâkimiyetini amaçlayan klasik mücadeleyi başlattı.
Teoride tüm piskoposlar eşitti ama gerçekte çeşitli kilise konseyleri Hıristiyan inançlarına ve öğretilerine şekil verme arayışında olduklarından, Roma ve Konstantinopolis‘teki piskoposların önemi arttı. Romalı Piskopos Damasus (366-384), Kilise‘nin merkezi Roma‘da olan kısmını “apostolik merkez” olarak tanımlamaya başlayan ilk kişi oldu ve “Elçiler Doğu‘dan çıkmış olsa da, Roma‘da şehit oldukları için artık oranın yurttaşı olarak tanımasıyla daha üstün bir hak kazandığını‖ iddia etti. I. İnnocentius (402- 417) Roma piskoposunu “piskoposların başı ve zirvesi” şeklinde nitelendiriyordu.
Konstantinopolis‘teki önderler de boş durmuyorlardı. Konstantinopolis‘teki İkinci Evrensel Konsey‘de “Konstantinopolis piskoposunun Roma piskoposunun hemen ardından önceliği alması gereklidir, çünkü bu şehir Yeni Romadır” diye ileri sürdüler. Sonrasında, Kadıköy‘deki (Kalkedon) Dördüncü Evrensel Konsey‘de Konstantinopolis Piskoposluğu‘nun Roma‘dakiyle eşit onura ve yetkiye sahip olmasını öngören bir karar kabul edildi (İlke 28).
Bu mücadele bir süre devam etti, akıntıyı Roma‘ya döndüren kişi Piskopos Leo (440-461) oldu. “Büyük Leo” diye anılan Piskopos Leo Roma‘yı iki kez kurtardı: önce Hun İmparatoru Attila‘nın saldırısından, sonra da Kral Gaiseric yönetimindeki Vandallardan. Her iki defada da Leo başarıya yalnızca ordularla değil, aynı zamanda diplomasi ve ikna yöntemlerini de kullanarak ulaşmıştır. Leo ayrıca öğretisini doğruca “elçisel yetki aktarımı” na odaklayarak papanın üstünlüğünün Kutsal Kitap‘a ve teolojiye dayalı temellerini atmıştır,. Leo, “en büyük başrahip” anlamına gelen, Ponifex Maximus ünvanını kullandı. (“Papa” unvanı, köken olarak, topluluğuna baba şefkati gösteren tüm piskoposlar için kullanılırdı. Sadece Roma piskoposu için kullanılmaya başlanması, Roma‘nın üstünlük iddiasından çok sonraya, altıncı yüzyıla dayanır.) Bu noktadan sonra Roma piskoposları Kilise işleri üzerindeki yetkilerini artırmaya devam ettiler.
Haçlı Seferleri
On birinci, on ikinci ve on üçüncü yüzyıllardaki Haçlı Seferleri papalığın gücünü ve dinamizmini yansıtır. Yoğun bir dinsel ateşle (ayrıca macera tutkusu ve kişisel kazanç isteğiyle) sürdürülen ve batı Avrupa‘dan başlayan Haçlı Seferleri, Müslümanları İsrail‘den çıkarmayı hedefliyordu. Şu veya bu şekilde, I. Haçlı Seferi‘ni kışkırtan Keşiş Petrus‘tan VI. ve VII. Haçlı Seferlerini destekleyen Fransız Kralı Aziz IX. Louis‘e kadar, dönemin tüm önemli ve renkli kişilikleri bu sürükleyici hevese kapılmışlardı. Haçlı Seferleri aynı zamanda tahmin edilebileceğinin ötesinde tarifsiz acı ve dehşetlere de neden oldu: “İnsan ve at cesetleri arasından yol açmak gerekiyordu… Adamlar dizlerine ve dizginlerine kadar kana batmıştı.”
Papalığın istikrarlı yükseliş ve yetki artışında dikkate değer bir istisna vardı, o da “büyük papalık bölünmesi” olarak bilinir. Kısaca şunlar yaşanmıştır. 1305 yılında Bordeaux başpiskoposu Papa V. Clemens olarak seçildi. Ancak bu Fransız Roma‘ya hiç adım atmadı, ve bunun yerine papalığını Fransa‘daki Avignon şehrinde kurdu. Bu olay tarihçilerin “Papalığın Babil esareti” adlandırdıkları olayı başlattı ve tam yetmiş iki yıl sürdü. Sonunda 1378‘de, hala çok fazla Fransız üyesi olan Kardinaller Birliği, Roma ayak takımının çıkardığı bir isyana boyun eğerek bir İtalyan‘ı papa seçti: VI. Urbanus. Urbanus vakit kaybetmeden ikametgâhı Roma‘ya taşıdı. Ancak birkaç ay sonra kardinaller Urbanus hakkında fikirlerini değiştirdiler ve tüm Avrupa‘ya Roma halkının onları inancından dönen birini seçmeye zorladığını ve seçimin geçersiz olduğunu yaydılar. Sonra da aralarından bir başkasını seçtiler: ikametgâhı Avignon‘da kuran VII. Clemens. Artık birbirini kınayan iki ayrı Papa vardı.
Bu sorunu çözebilmek için her iki taraf da İtalya‘nın batı kıyısındaki Pisa‘da bir konseyin toplanmasını kabul etti. Her ikisi de papalık görevinden alındı ve üçüncü kişi, V. Alexander seçildi. Ancak görevden alınan her iki papa da görevden alınmayı kabul etmedi! Artık papalık iddiasında bulunan üç kişi vardı. Sonunda, 1414‘te Kutsal Roma İmparatoru konuyu görüşmek üzere Alman şehri Constance‘da bir toplantı çağrısı yaptı. Bu defa çabalar sonuç verdi: üç papa da kesin olarak görevden alındı ve yerine V. Martinus seçildi. Pratik olarak papalıktaki bölünme sona erdirildi ama yaşananlar papalığı büyük bir şekilde zayıflattı. Ve birçok yönden de Protestan Reformu‘na zemin hazırladı (ki bu konuyu tartışacağız).
Papalık otoritesi doruğuna 19.yy‘da IX Pius‘un önderliğinde erişti. Papalık otoritesini güçlendirmek için 1869-1870 arasında Birinci Vatikan Konseyi‘ni topladı. Bu toplantının odak noktaları ikisi de bu konseyde onaylanan, Papa‘nın üstünlüğü ve yanılmazlığı öğretileri idi. Konsey ayrıca, Papa yetkisine dayanarak (ex catherda) iman ve ahlâk konularında son kararını verdiğinde bu kararın yanılmaz ve değiştirilemez olduğunu ve bunun için Kilisenin önceden onayına ihtiyaç duymadığını da onayladı.
Birinci Vatikan Konseyi‘nin bu hükmü papalık yetkisinin yararına büyük bir değişiklikti. Papa ilk defa tüm Hıristiyan toplumunun ortak düşüncesinin üstünde tutuluyordu. Kilise açıkça ilk kilise konseylerinde alınmış kararlarından oldukça ayrılmıştı.
Roma Katolik Misyonerlik Çalışmaları
Kilisenin ilk bin yılında oldukça büyük kazanımlar elde edildi. Müjde tüm Batı Avrupa‘ya, İskandinavya‘ya, Britanya Adaları‘na, Doğu Avrupa‘nın güney kısmına, güney Rusya‘ya, orta Asya‘ya, ve Somali yarımadasına duyuruldu. Mesih için çalışan bu müjdecilerin fedakârlıkları ve çabalarının anlatıları insanları hâlâ duygulandırır. Fakat bu çabaların bazılarının bir de karanlık tarafı vardı – emperyalist fetihler ve kılıçla din değiştirmeye zorlama. Ancak genel olarak diyebiliriz ki, birçoklarının fedakâr çabalarıyla büyük meyveler toplandı.
Birçok misyonerlik çalışmaları 13.yy ve devamında pek çok yere, özellikle de Çin‘e seyahat eden Fransiskenlerce yapıldı. Fakat Katolik misyonerliğinin büyük dalgası 16.yy‘da geldi, anahtar kişiler İgnacio Loyola ve onun genç çağdaşı ve öğrencisi Francis Xavier‘di. Bazı tarihçiler bu dönemi “Katolik Reformu” diye adlandırırlar; bazıları da büyüyen Protestan hareketine karşı yapılan güçlü atakların üzerinde durarak “Karşı- Reform” terimini kullanır ve bir başka grup da bu dönemi Protestanlığın üzerinde durmadan ruhsal adanmışlığın uyanışı olarak görür. Şüphe yok ki tüm bunlar bir ölçüde doğrudur.
Loyola “Mesih İsa‘nın Cemiyeti”ni ya da Cizvitler kurdu. Bunlar, İsa‘nın son derece disiplinli, görevine bağlı şövalye askerler gibiydiler–hareketli, esnek, istenilen herhangi bir yere ve her yere gitmeye hazır… yaptıkları da tam olarak buydu. Latin Amerika, Afrika, Asya ve ötesine. Diğerleri de – Dominikenler, Fransiskenler, Augustiniusçular – bu misyonerlik çabalarında aktif olarak yer aldılar.
Francis Xavier, Loyola‘nın dünyanın uzak bölgelerine müjdeyi yayma vizyonunu götürerek “Katolik misyonlarının baş azizi” ünvanını kazandı. Bu “tarif edilemez bir sevince sahip gayretli misyoner” Hıristiyanlığın müjdesini Hindistan‘a, Japonya‘ya ve Çin‘e ekti. Japonya‘daki hizmeti özellikle kayda değerdi, çünkü müjdenin mesajını Japon kültürüyle uygunlaştırmaya dair görüşlerini burada geliştirdi. Japon yaşamındaki pek çok şeyin değerli olduğunu ve korunup Hıristiyan yaşamı ve tanıklığına getirilmesi gerektiğine inanıyordu. Hatta bazı Japon öğelerini Roma ayinlerine dahil etmeyi bile istemişti. (Papa bu değişiklikleri aşırı uygunlaştırma olduğu gerekçesiyle geri çevirdi!) 1579‘da Cizvitler, Hıristiyanlığı seçenler için bir yurt niteliğinde olan Nagazaki adında yeni bir şehir kurdular. 16. yüzyılın sonuna doğru Cizvit misyonerleri Hıristiyanlığı seçen 300 bin Japon, yüzlerce kilise ve iki Hıristiyan okulu olduğunu bildirmişlerdi.
Bilindiği gibi pek çokları Xavier‘in yerelleştirme ve uygunlaştırma düşüncelerini benimsemiyorlardı. “Yeni dünyanın” keşfini çoğunlukla emperyalizmin, acımasız fetih ve köleleştirme politikaları izledi. Olanlar anlatılamayacak kadar üzücüdür. Bundan dolayı, Bartholomew de Las Casas‘ı hatırlamak için biraz ara vermek yararlı olacaktır. İspanyol bir misyoner olan Las Casas‘ın babası Kolomb‘a Karayip Denizi Adalarına yaptığı ikinci yolculuğu sırasında eşlik etmişti. Las Casas kendisi güçlü bir şekilde bölge halkının eşitliği ve özgürlüğünden yanaydı Ona göre onların Hıristiyan olmasının tek yolu, Müjdenin barışçı bir biçimde vaaz edilmesi ve kutsal bir yaşamla tanıklık edilmesiydi. Ne yazık ki, sözünü kimse dinlemedi ancak Mesih‘e imanla hizmet etmek isteyen ve imanla iyi haberi tüm insanlara duyurmak isteyen pek çok kişiyi temsil etti.
İkinci Vatikan Konseyi‘nde müjdeyi duyurmayla ilgili Katolik düşünce konusunda büyük bir adım atıldı (1962-1965). Bu, Hıristiyanların sapkınlığa karşı savaşmaya çağrılmadığı, yeni dogmaların ilan edilmediği ve Kilisenin düşman güçlere karşı birlik olması çağrısının yapılmadığı ilk konseydi. Bu konsey bir şeye karşı değil bir şey için toplanmıştı –İtalyanca ―döneme ayak uydurma‖ demek olan aggiornamento için. II. Vatikan‘ı ―Devrimci‖ olarak nitelendirmek aslında yanlış veya aşırı değildir. Bir konsey ilahiyatçısı olan Kanadalı Peder Gregory Baum‘un tanrısal vahiy üzerine sunulmuş bir bildiri için söyledikleri tüm süreç için tekrarlanabilir:
“Bugün tarihe Karşı-Reform‘un sonu olarak geçecektir.” Papa XXIII. John açılış konuşmasında Katolik Kilisesi‘ni “sertlikle değil merhametin merhemiyle hükmetmeye” çağırdı.
Bu açıklama Katolik misyon düşüncesi için peygamberlik niteliğindeydi, çünkü 7 Aralık 1965‘de II. Vatikan, prensipte vicdanın sesine karşı her türlü güce başvurmayı reddeden Dinsel Özgürlük Bildirgesi‘ni (Dignitatis Humanae) kabul etti. Bu, 1500 yıllık eski uygulamanın radikal biçimde bitişini duyuruyordu.
II. Vatikan‘da müjdeyi duyurma (misyon) için başka iki önemli gelişme de kaydedildi. İlkin Kilise Misyon Etkinliği Fermanı (Ad Gentes Divinus) müjdeyi duyurma (misyon) temeli olarak, Oğul‘un dünyaya gönderilmesi ve dirilişi takiben Kutsal Ruh‘un gönderilmesi aracılığıyla Üçlü Birliğin dünyadaki etkinliği ilan edilmiş oldu. Kilise, Tanrı‘nın yeryüzündeki kutsallaştırma aracı olarak bu gönderme etkinliğine katılır. Sonuç olarak Kilise misyon yapmıyor, kendisi başlı başına misyondur. Bu yüzden misyonerlik etkinliği için seçilen birkaç kişinin görevi değil, bütün Hıristiyanların görevidir. Bu açıkça, Katolik misyon düşüncesi ve uygulamasında ileriye doğru atılan büyük bir adımdı.
İkinci olarak Hıristiyanlık Dışındaki Dinlerle İlişkiler Bildirgesi (Nostra Aetate), diğer dinlerde ve bu geleneklerin izleyicilerinde de iyi öğeler bulunduğunun ve kendi suçu olmamasına rağmen Hıristiyan inancından haberdar olmamaları nedeniyle bir ölçüde kurtuluşa kavuşabileceklerinin kabul edildiğini duyurmuştur. (Bu son noktanın ne anlama geldiği açık değildir ve Katolik toplumunda şiddetli tartışmalara neden olmuştur. İfadenin anlamı tam olarak ne olursa olsun evrenselcilik, yani eninde sonunda herkesin kurtulacağı anlamına gelmemektedir.) Çünkü II. Vatikan konseyinden sonra Papa II. John Paul, müjdeciliğin asıl biçimi olarak duyurmaya özel bir vurgu yapılan misyon konusunda önemli bir genelge (Redemptoris Missio) yayınlamıştır.
Doğu Ortodoks Kilisesi
Şimdi dikkatimizi Doğu Ortodoksluğuna yöneltmeden önce önceki bölümleri– Konstantinopolis ve Roma arasındaki çekişmeleri–kısaca hatırlamanızda yarar var. Hıristiyanlığın Doğu ve Batı kollarında derin ayrılıklar vardı. Dilleri, uygulamaları ve politik ilişkileri farklıydı. Ve bu farklılıklar önce bir çatlağa, sonra da tam bir kırılmaya neden oldu.
867‘de Konstantinopolis patriği Roma‘nın İznik Bildirisine filioque (“ve Oğul”) eklemekle sapkınlığa düştüğünü ilan etti. Bildirgesi şöyle oldu: “Baba‘dan ve Oğul‘dan gelen… Kutsal Ruh‘a inanıyorum.” Daha sonra 11. yüzyılın ortalarında Doğu, Batı‘yı rahiplerin evlenme yasağını evrenselleştirmekle ve Rab‘bin Sofrasını mayasız ekmekle yapmakla suçladı.
1054‘te Papa IX. Leo, Grekçe konuşmayan, evlenmeme taraftarı, anti-politik müttefik diplomat olan Kardinal Humbert‘i Konstantinopolis‘e müzakerelere gönderdi. Görev başlamadan bitmişti. Konstantinopolis‘teki Kutsal Bilgelik Kilisesinde bir ibadet başlamak üzereyken Kardinal Humbert içeri girdi, papalığın aforoz mektubunu sunağın üzerine koydu ve aynı şekilde dışarı çıktı. Diyakozlardan biri belgeyi aldığı gibi kardinale yetişti ve belgeyi geri alması için yalvardı. Humbert papanın mektubunu sokağa atarak bunu reddetti.. Tarihçiler 1054‘teki bu yıkıcı olayın Doğu ve Batı arasındaki kırılmanın işareti olarak görürler–kırık hattında ilk deprem. Bundan böyle Doğu Ortodoksluğu, Hıristiyan inancının ve tanıklığının ayrı bir ifadesi olacaktı.
Doğu Ortodoksluğunu Anlamak
Şu anda Ortodoksluğun kendi kendini yöneten (“otosefal”) 15 kilisesinde 200 milyondan fazla izleyicisi vardır, bunlara 4 eski merkez olan Konstantinopolis, İskenderiye, Antakya ve Kudüs dahildir. Diğer merkezler Rusya, Sırbistan, Gürcistan, Romanya, Bulgaristan, Yunanistan, Kıbrıs, Arnavutluk, Polonya, eski Çekoslovakya ve Amerika Birleşik Devletler‘dir. Roma ve Ortodokslar arasındaki bazı farklardan daha önce söz etmiştik: Papa yerine piskoposların konsey otoritesi, din adamlarının evlenmesine izin verilmesi, Rab‘bin Sofrası‘nda mayalı ekmek kullanma yönündeki ısrar, ve İznik İman Bildirisindeki filioque deyişinin reddi. Ancak farklılıkların hiç birisi Ortodoksluğun asıl farklılığını teşkil etmez. O halde Doğu Ortodoksluğu nedir?
Ortodoksluğun aslını belki de en iyi özetleyen sözcük gelenektir. Birçok adetten oluşan gelenekler değil, sadece tek bir gelenek–çağlardan beri Kilise‘ye bağlı olan bir süreklilik. Doğulu patrikler bunu şu şekilde ortaya koymaktadır: “Biz Rab‘bin öğretisini yozlaşmadan koruyoruz, ve bize emanet ettiği inanca sıkı sıkıya bağlıyız, ve bu inancı bir Krallık Hazinesi ve ödenen büyük bedelin bir anıtı olarak, ne bir şey ekleyerek ne de bir şey çıkararak bozulmaktan ve azalmaktan koruyoruz.” Şamlı İoannes şöyle yazmaktadır, “Biz babalarımızın çizdiği sonsuza kadar kalacak sınırları değiştirmiyoruz, Geleneği aldığımız gibi koruyoruz.”
Ortodoksluk için gelenek, belli inanç ve düşüncelerin gelecek kuşaklara aktarılmasından daha büyük bir anlama gelir. Gelenek, Kilise elçileri ve babalarının imanları ile diri bir ilişki demektir. Geleneğin içindeki ruha girmek demektir. Öğrencinin her zaman gelenekte yaşamaya çalıştığı geçmişe yönelik yaratıcı bir sadakattir. Gelenek ayrıca Ortodoks Hıristiyanlar için oldukça belirgin öğeler içerir: “Gelenek… Kutsal Kitap‘ın kitapları demektir; İman Bildirisi demektir; evrensel konseylerin bildirgeleri ve Babalar‘ın yazıları demektir; Kilise yasaları, Ayin Kitapları, kutsal İkonalar demektir–aslında Ortodoksluğun yüzyıllar içinde ifade ettiği öğretiler sistemi, Kilise yönetimi, tapınma ve sanatın bütünüdür.”
Doğu Ortodoksluğu‘nu anlamanın en iyi yolu belki de ikonaları nasıl kullandıklarını anlamaktan geçer. Ortodoks tarihçi Timothy Ware, “Bir ikona yalnızca seyredende uygun duyguları uyandırmak için tasarlanmış bir resim değildir, ikona Tanrı‘nın kendisini insanlara açıklama yollarından birisidir. İkonalar yoluyla Ortodoks Hıristiyanlar ruhsal dünyadan görüm alırlar.” O halde ikonalar yer ve gök arasında bir çeşit pencere görevi görmektedir. İkonalar yoluyla göksel dünya kendisini tapınan topluluğa gösterir. Ortodoks teolojisine göre ikona İsa‘nın beden alışı öğretisinin son yapı taşıdır: Tanrı İsa Mesih‘te tam bir insan olduğu için görünmeyen görünür hale gelmiş ve ahşaba işlenip resmi yapılabilir olmuştur. Maddenin tümü kutsanmıştır ve Tanrı‘nın lütfunu aktarabilir.
Bu konuya eğilen ve ikonaların putperestliği temsil etmediği, beden alışta temellenen tapınmanın özgün bir ifadesi olduğu sonucuna ulaşarak ikonaların kullanılması lehinde karar veren Yedinci Evrensel Konsey‘i hatırlayın. Argüman şöyleydi, ikona aslının özünü taşımaz yalnızca aslına açılan bir pencere sunar. Maddesel araçlarla bir anlığına göksel dünyayı görürüz. Dahası, Ortodoks öğretisi ikonalara tapınılmaması ama saygı gösterilmesi konusunda ısrarlıdır–diğer Hıristiyanların Kutsal Kitap‘a saygı gösterdiği gibi. Aslında Ortodoks Hıristiyanlar Kutsal Kitap‘ı Mesih‘in sözlü ikonası olarak görürler.
Teolojik olarak Ortodoks inancı bize “Tanrı‘nın suretinde yaratıldığımızı” hatırlatır, bir anlamda içimizde Tanrı‘nın “ikonasını” taşırız. O halde günah tanrısal benzeyişin lekelenmesidir. Günah işlediğimizde Tanrı‘nın asıl suretini yaralamış oluruz. Bu durumda kurtuluş Tanrı‘nın tam suretini yeniden bina etmesidir. Mesih, Tanrı‘nın içimizdeki ikonasını yenilemek üzere gelmiştir. Bu “yenileme” yeniden doğma, yeniden yaratılma ve Mesih‘in benzeyişine dönüştürülme demektir.
Şamlı İoannes ikonaların gücü hakkında şöyle yazmıştır, “Kitaplarım olmadığında ya da dikenleriyle bana işkence yapan düşüncelerim okumaktan zevk almamı engellerken, ruhun tüm hastalıklarını iyileştiren kiliseye giderim. Resimlerin canlılığı dikkatimi çeker, gözlerimi esir alır … ve ruhumu yavaşça Tanrı‘yı övmeye götürür.”
Ortodoks inancının ruhunu anlamanın bir başka yolu da hesychasm adı verilen bir dua yaklaşımını anlamaktan geçer. Bu sözcüğün kelime anlamı “sessizlik,” “dinginlik,” “huzurdur.” Hesychasm bazen “yüreğin duası‖ olarak da adlandırılır. Pontuslu Evagrios‘un (344–399) başını çektiği derin düşünmeye dayanan bu dua yaklaşımı 4. yüzyılın başlarında ortaya çıkmıştır; daha sonra 14. yüzyıl boyunca önemli gelişim göstermiştir, bu konuda iki yazar özellikle etkili olmuştur–Gregorios Palamas (1296– 1359) ve Sinalı Gregorios (?–l346). 19. yüzyıldan itibaren, iki kitabın basılmasıyla hesychast rönesansı denebilecek bir olay gerçekleşmiştir: Philokalia ve Bir Hacının Yolu. “İsa Duası”nın eklenmesi hesychastik duanın göze çarpan özelliğidir: “Rab İsa Mesih, Tanrı‘nın Oğlu, bana merhamet et.” (Sinalı Gregorios genellikle duaya “bir günahkâr” ifadesini de eklemiştir ve sonraları Ortodoks imanlılar bu örneği izlemeyi tercih etmişlerdir.)
Hesychasm kişinin bütün varlığıyla dua etmesidir. Dua etmeye dudaklarımızla başlasak da zamanla “zihnimizle birlikte yüreğe ineriz,” böylece zihin ve yürek bir olur. “Yüreğin yerini buluruz” ve ruhumuz “yürekte yaşamanın” gücü alır, böylece duamız “yüreğin duası” haline gelir. Bütün bunlar, dua ettikçe tamamen duanın kendisiyle ve kendisine dua ettiğimiz tanrısal Dostumuzla bir olduğumuz tam bir yeniden bütünleşmeye işaret eder. Artık dua etmeyiz kendimiz duaya dönüşmüşüzdür.
Bu “yüreğin duası” Doğu Ortodoksluğunun tüm Hıristiyanlara sunduğu en güzel armağanlarından biri olabilir. En kolay ödünç alınabilecek armağan olduğu kesindir.
Doğu Ortodoksluğu Misyonerliğinin Genişlemesi
Rusya‘nın Doğu Ortodoksluğuna geçmesi tarihin en büyük olaylarından birisidir. Kiev prensi Vladimir hâlâ bir putperestken izleyicilerini gerçek dini bulmaları için dünyanın birçok ülkesine göndermiştir. Müslümanlara gidenler Vladimir‘e “sevinçleri yok, yalnızca keder ve keskin bir koku var; ve sistemlerinde iyi olan hiçbir şey yok” raporunu vermişlerdir. Roma‘ya gittiklerinde daha tatminkâr bir tapınma gördüklerini bildirmişler ancak bunun güzellikten yoksun olduğu konusunda yakınmışlardır. Sonunda Konstantinopolis‘e ulaşmışlar ve Kutsal Bilgelik Kilisesi‘ndeki (Aya Sofya ç.n.) ayine katıldıklarında aradıklarını bulduklarını anlamışlardır. “Dünyada mı yoksa cennette mi olduğumuzu bilemiyorduk, dünyanın hiçbir yerinde böyle bir görkem ve güzellik olmadığına kuşku yok.” Bunu size anlatamayız: “tek bildiğimiz orada Tanrı‘nın insanlar arasında yaşadığı ve oradaki tapınmanın diğer bütün tapınmalardan çok daha iyi olduğu idi. Bu güzelliği unutmamıza imkan yok.” Böylece 988‘de Vladimir Hıristiyanlığın Doğu tarzını benimsedi ve Rusya‘nın devlet dini haline getirdi. Bu şekilde dünyanın en büyük uygarlıklarından birisi Ortodoksluk ile müjdeciliğe kapılarını açmış oldu.
Doğu Ortodoksluğu sık sık misyonerlik yapmayan bir kilise olmakla eleştirilmiştir, ve eleştirinin haklı olduğu söylenebilir. Açıktır ki Ortodokslukta Protestanlığın ya da Katolikliğin misyon topluluklarına misyon tarikatlarına yakın bir şey gelişmemiştir. Az önce anlattığımız olayda bile Ortodoksluğa geçişin Ortodoks misyonerler aracılığıyla değil, Vladimir‘in inisiyatifi aracılığıyla gerçekleştiği görülür. Bunları söyledikten sonra Ortodoksluğun bireysel misyonerlik açısından parlayan örnekleri olduğunu vurgulamak gerekir. Hıristiyan inancını İran, Hindistan ve Etiyopya‘ya götüren doğulu rahipler bu cesur çabaların örnekleridir.
İki kardeşten özellikle söz etmek gerekir, Constantinus (ya da Kiril) (826—869) ve Metodius (815—885). Bu iki misyoner Slavlar arasında büyük işler yapmıştır. Moravya‘ya (yaklaşık olarak modern Çek Cumhuriyeti toprakları) gitmeden önce bir Slav alfabesi geliştirmiş ve Kutsal Kitap‘ı Slavca‘ya çevirmeye başlamışlardır. Misyonerlik çabaları devam edemese de Moravya‘daki çalışmaları belli bir başarıya ulaşmıştır. Ancak Kiril ve Metodius‘un asıl büyük katkısı Kutsal Kitap‘ı ve yazılı ayin kitaplarını tercüme etmeleridir. Çalışmaları sayesinde Slav Hıristiyanlar başlangıçtan itibaren Kutsal Kitap‘ı ve Ortodoks Kilisesinin tapınmalarını kendi dillerinde duyup anladı. Roma Katolik Kilisesinin dili Latince olduğu için Batı Avrupa ülkelerindeki Hıristiyanların aynı ayrıcalığa sahip olmadığını göz önüne aldığımızda bu daha da şaşırtıcı hale gelmektedir. Kiril ve Metodius‘un attığı temelin üzerinde Ortodoks misyonerlik çabaları Moravyalılar, Bulgarlar, Sırplar ve Rusların anlayabileceği bir dili kullanarak daha ileriye gitti.
Rusya metropoliti Hilarion 1051‘de şöyle demişti “Lütuf dini tüm yeryüzüne yayıldı ve sonunda Rus halkına ulaştı . . . Bütün diğer ülkelerle ilgilenen lütufkâr Tanrı artık bize karşı da ilgisiz değil. İsteği bizi kurtarmak ve sağduyu sahibi yapmak.” Böylece Rusya – o geniş topraklar ve daha büyük olan etnik karışım – Ortodoksluk için en önemli misyonerlik alanı olmuştu.
Merkezi Kiev‘de bulunan Rus Ortodoks Kilisesi‘nin hizmeti 14. ve 15. yüzyıllara kadar büyük oranda kentlerle sınırlıydı. 1237‘de Moğollar Rusya‘yı istila ederek Kiev‘i yerle bir etti. Ortodoks Kilisesi en zor koşullar altında bile Rus ulusal bilincini korudu ve Moğol işgalinin yaşandığı sonraki iki yüzyıl boyunca Ortodoks inancını canlı tutmayı başardı.
Ortodoks misyonerlik etkinliği Moğol işgali altındayken de sürse de, Rus Kilisesi Moğolları Hıristiyan yapmayı başaramadı. Bu başarısızlığın altındaki önemli nedenlerden biri Ortodoksların ulusal kimliklere sahip kiliseler kurmasıydı. Moğolları Rus topraklarında gören Ruslar, elbette bir Moğol ulusal kilisesini teşvik edemezlerdi; Moğol kültürü için kendi ulusal adetlerini bırakmak istemediler.
Moğol işgali altındayken verilen güçlü bir misyonerlik çabası Perm Piskoposu Stephen (c. 1340—1396) önderliğinde ve onun teşviğiyle geldi. Stephen‘ın (ve ondan etkilenenlerin) müjdeleme çabaları Moğollar için değildi. Stephen ve izleyicileri müjdeyi, kuzeydoğudaki ve Rus topraklarının en kuzeyindeki ilkel kabilelere götürmüşlerdi. Stephen‘ın kendisi Zyrian kabileleri arasında çalıştı. Bu misyonerler Constantinus ve Metodius‘un yolundan giderek Kutsal Kitap‘ı ve kilise tapınmalarını hizmet ettikleri insanların diline ve lehçelerine çevirdiler.
Ancak Ruslar‘ın en büyük müjdecilik çalışması, sonunda Rusya‘nın en büyük azizi olan yetenekli önder Radonezhli Sergius (1314—1392) tarafından planlanan alışılmadık türde bir kolonileştirme aracılığıyla yapıldı. Sergius Moskova‘nın 75 kilometre kuzeyindeki Üçlü Birlik Manastırının başındaydı ve keşişlerini başka manastırlar kurmak üzere çevrelerinde bulunan ormanlara göndermeyi planlamıştı. Kısa süre içinde bu manastır merkezlerinin çevresinde topluluklar oluşmaya başladı, defalarca tekrarlanan bu kolonileştirme süreci sonunda Hıristiyan inancı tüm kuzey Rusya‘ya yayıldı ve müjde Beyaz Deniz ve Kuzey Kutup Dairesine kadar duyuruldu. Sergius ayrıca Ortodoks Kilisesi‘nin ruhsal yaşamının gelişmesinde derin rol oynadı. (1350—1550 yılları Rus ruhsallığının altın çağı olarak görülür.) Rus Ortodoks Kilisesi tam zamanında yükselmişti, çünkü Türkler Moğollar‘ın Rusya‘dan ayrılmasından 4 yıl sonra Bizans İmparatorluğu‘nu yıktı. Böylece Rus Ortodoksluğu Ortodoks dünyasının koruyucusu ve hakim kilisesi oldu.
Moğollar tarafından yağmalanan Kiev kenti bir daha asla kendine gelemedi. 1308 – 1326 yılları arasında Rusya metropoliti olan Peter, o zamanlar küçük ve görece önemsiz bir kasaba olan Moskova‘ya yerleşince burası dinsel merkez olarak Kiev‘in yerini aldı. Moskova bir anda kendisini Ortodoks dünyasının önderi olarak buldu. Moskova‘nın üstünlüğü elinde tuttuğu yıllarda bu önderlik rolü için bir deyiş ortaya çıktı: İtalya‘da tek Roma vardı ama barbarların eline düştü. Böylece Konstantinopolis ikinci Roma oldu. Sonunda o da düştü, bu sefer Türklerin eline. Ve sonunda üçüncü Roma ortaya çıktı–yani Moskova. Rus İmparatoru ünvanını ilk Roma İmparatoru‘ndan aldı (çar, sezar ile aynı kelimedir) dinini de ikinci Roma‘dan aldığı gibi.
Protestan Kilisesi
Tarihçiler 31 Ekim 1517 yılını – Martin Luther‘in 95 tezini Wittenberg‘de kilise kapısına çivilediği tarih–Protestan Reformunun başlangıç tarihi olarak dikkate alırlar. Elbette daha önce başkaları vardı. Örneğin İngiliz John Wycliffe ve Bohemyalı John Huss bunlardandı. Papalık bölünmesi dönemi boyunca ikisi de Roma Katolik kilisesinin bir çok uygulamasını eleştirdiler. Özellikle bağışlamaya ilişkin belgelerin satılmasına karşı çıkarak Kutsal Kitap‘ın üstünlüğünü vurguladılar. Huss iki kez aforoz edildi, sorgulandı, suçlu bulundu ve sonunda kazığa bağlanarak 1415 yılında yakıldı. Wycliffe 1384 yılında Roma tarafından baskı görmeden öldü. Fakat onu izleyenler –Lollardlar–çok ciddi baskılar gördüler ve önderlerinin ölmesi üzerine 1417 yılında yeraltına çekildiler.
Bu olaydan tam bir yüzyıl sonra Augustiniusçu rahip Martin Luther tezlerini Wittenburg kapısına çiviledi. Bu Protestan reformunu alevlendiren kıvılcım oldu. Bu, bölünme hattı boyunca ilerleyen yolcular için ikinci büyük deprem oldu.
Reformu Tanımlamak
Başlangıçta Luther Katolik Kilisesinde reform yapılması için çalışıyordu. Amacı yeni bir kilise oluşturmak değildi. Tarihçi Bruce Shelley‘in aktardığına göre, Luther bu reform çabası içinde şu dört kritik soruya teolojik yanıtlar getirdi.
” Bir kişi nasıl kurtulur?”
” Dinsel yetki nerededir?”
” Kilise nedir?”
” Hıristiyan yaşamının özü nedir?”
Luther‘in bir insan nasıl kurtulur sorusuna cevabı açıktı: “Yalnızca imanla lütuf aracılığıyla”. Bu cevaptaki derin kavrayış yeni kurulan Wittenberg Üniversitesinde teoloji öğretmeye başladığında geldi. 1515 yılında Pavlus‘un Romalılar‘a mektubunu ders olarak anlatıyordu.. Sonraki iki yıl –1516 ve 1517–Pavlus‘un Galatyalılar‘a mektubunu ders olarak anlattı. Bu iki kitaptaki iman yoluyla aklanma mesajı Luther‘in yüreğinde ve ruhunda çalışmaya başladı. Romalılar 1:17 üzerinde uzun ve zor bir derin düşünme döneminden sonra büyük dönüm noktası geldi:
“Tanrı’nın insanı akladığı, Müjde’de” açıklanır. Aklanma yalnız imanla olur. Yazılmış olduğu gibi, ‘İmanla aklanan yaşayacaktır.’ Daha sonraları şunları yazacaktı “Tanrı‘nın adaleti ve ‘İmanla aklanan yaşayacaktır’ ifadesi arasındaki bağlantıyı görene kadar günler ve gecelerce düşündüm. Sonra kavradım ki Tanrı‘nın adaleti, Tanrının lütfu ve saf merhameti yoluyla bizi imanla aklayan doğruluktur. Bunun üzerine kendimi yeniden doğmuş ve cennet bahçesinin açılmış kapılarına doğru yürür gibi hissettim.”
Luther‘e göre iman skolastiklerin çoğunun düşündüğü gibi sadece zihinsel bir kabul değildi. İman aslında, insanın tüm varlığıyla, tüm yüreğiyle Mesih‘teki Tanrı sevgisine verdiği minnettarlık dolu yanıttı.
Böylece Protestan Reformunun temel taşlarından biri yerine oturmuş oldu: sola fide, yalnızca iman. Luther yalnızca kavramına vurgu yaparken Kutsal Yazılar‘a yeni bir sözcük eklediğini biliyordu. Ama teolojik ortamın buna ihtiyacı olduğuna inanıyordu ve bu yeni sözcük de zaten Kutsal Yazılar‘la uyum içindeydi. Bunun yanı sıra Augustine ve Ambrose da kendisinden önce bunu söylemişti.
İkinci soruya, yani dinsel yetkinin temelleri sorusuna gelince: Luther‘in yanıtı sola Scriptura, yalnızca Kutsal Kitap şeklindeydi. Leipzig‘li John Eck ile 18 gün süren tartışmanın sonunda Luther şu açıklamayı yaptı, “Konseyler bazen hata yapabilir. Ne kilise ne de papa iman kuralları koyabilir. Bunlar yalnızca Kutsal Yazılar‘dan kaynaklanmalıdır.” Luther daha sonra 1521‘in Nisan ayında, Worms Komitesi‘nin önünde Kutsal Yazılar‘ın yetkisiyle ilgili sözlerini savundu. Yazdıklarını geri alması söylendiğinde, “Vicdanım Tanrı‘nın sözünün tutsağıdır” yanıtını verdi ve eğer Kutsal Yazılar‘a ya da akla dayanarak ikna edilmezse sözlerini geri almayacağının ifade etti. Çünkü papanın ve konseylerin yetkisini tanımıyordu (çünkü biri diğerine uymuyordu). Mahkemeye “Hiçbir sözümü geri almayacağım” karşılığını verdi. “Çünkü vicdana karşı gelmek ne dürüst ne de güvenlidir. İşte buradayım, başka bir şey yapamam. Tanrı bana yardım etsin. Amin”.
Luther Kutsal Yazılar‘ın, yani Tanrı‘nın Sözü‘nün önceliğini vurgulayarak, konseylerin öğretisini ya da büyük Hıristiyan yazarlarının düşüncelerini reddetmiyordu. Yalnızca bunları Kutsal Yazılar‘a tabi hale getiriyordu: bunların arasında bir uyumsuzluk olduğunda, imanın ve uygulamanın yetkili kaynağı olarak Kutsal Kitap‘ın alınması gerektiğini söylüyordu.
Luther ―yalnızca Kutsal Kitap‖ savını desteklemek için tüm Kutsal Kitap‘ı Almanca‘ya çevirerek Kutsal Yazılar‘ı halkı için anlaşılır bir hale soktu. Bunun Luther‘in en büyük başarılarından biri olduğu kesindir. Başkaları da Kutsal Kitap‘ı Almanca‘ya çevirmişti, ancak hiçbiri ifadelerin saygınlığını ve sevincini Luther kadar yansıtamamıştı (şimdiye kadar da bunu başaran olmadı). Luther‘in Kutsal Kitabı Almanya‘nın sevgiyle sahip olduğu bir eser oldu ve ülkenin edebiyat dilinin standartlaşmasında büyük bir işlev gördü. Gerçekten de Luther‘in çevirisinin Alman dili üzerindeki etkisi, King James çevirisinin İngilizce üzerindeki etkisinden daha büyüktür.
Luther üçüncü soruya –Kilise nedir?– imanlıların tümünün Tanrı‘nın önünde kahinler olduğunu ifade ederek yanıt verdi. Tüm imanlıların kahin olduğu yönündeki bu öğreti Kutsal Yazılar‘ın üstünlüğüne yaptığı vurguyla doğrudan bağlantılıdır, bu yüzden Luther tüm Hıristiyanlar‘ı (Tanrı‘nın kahinleri olarak) Kutsal Kitap‘ı okumaya çağırdı. Kutsal Ruh‘un yol göstermesiyle herkes Kutsal Kitap‘ı doğru bir şekilde anlayabilirdi. Bu tutumuyla, sadece papalığın Kutsal Kitabı yorumlama ayrıcalığı olduğu iddiasına karşı çıkmış oldu.
Daha da ileri giderek, papalık, piskoposluk, rahiplik ve keşişliğin halktan üstün sayılmasına karşı çıktı. Tüm Hıristiyanların vaftiz yoluyla kutsanmış kahinler olduğunda ısrar etti. Hıristiyanlar arasındaki tek fark görevlerinin farklı olmasıydı, ancak rahiplerin ve din adamlarının üstlendiği görev Tanrı‘nın gözünde bir kadının ev işlerini yapmasından ya da bir çiftçinin tarlayı sürmesinden bir parça bile daha fazla kutsal değildi.
Bu bizi doğrudan Luther‘in dördüncü sorusuna götürür: Hıristiyan yaşamının özü nedir? Buna, kilise dahilinde ya da dışarıda her fırsatta Tanrı‘ya faydalı şekilde hizmet etmektir yanıtını verdi.
Yoksulluk, bekaret ve itaat yeminlerine karşı çıkmasa da Kutsal Yazılar‘da bunların temellerini bulamadı ve tüm faydalı işlerin kutsal olduğu konusunda ısrar ederek manastır yaşamının temellerinin altını oydu. Aile yaşamını manastırdaki bekaret yaşamı kadar kutsal gördü ve bu yaşamdan kopup evlenmek isteyenlere yardım etti. Kendisi de eski bir rahibe olan Katherine von Bora ile evlendi. Evlerinde sevinç vardı ve birkaç tane çocukları oldu. Aile masanın çevresinde her toplandığında Luther‘in bazı öğrencileri “masada konuşulanları” hayranlıkla not etmek üzere onlara katılırdı.
Bunların hepsi, dünyasal olanla kutsal olan arasındaki sınırı kaldırmaya yardım etti. Luther‘in bakış açısını, tüm yararlı ve iyi şeylerin kutsal olduğu iddiasını oluşturuyordu. Bu öğretinin götürdüğü nokta ve mantıksal sonuç dünyamızın kutsanmış bir dünya olduğuydu.
Reformun Beş İfadesi
Protestan Kilisesinin birlik içinde olmadığı herkesçe bilinir. Aslında farklılıkları en güçlü yönlerinden birisidir (sürtüşme ve bölünmeler ne kadar acı verici olsa da). Bu farklılıkları Hıristiyan inancı ve tanıklığının beş ana ifadesine dayanarak açıklamak faydalı olabilir.
Birincisi, bir ölçüde zaten tartışılmış olan Lutherci ifadedir. Bazı durumlarda Lutherci Kilise Almanya, İsveç, Danimarka ve Norveç‘te olduğu gibi devlete bağlıdır. Diğer durumlarda ise Evanjelik/Müjdeci Lutherci Amerikan Kilisesi ya da Missouri Lutherci Kilise Birliği gibi bağımsız bir mezhep biçimindedir.
Lutherciler hâlâ kurtuluşun yalnızca iman yoluyla lütufla geldiğine inanarak kurucularını izlemektedirler, insanların yalnızca İsa Mesih‘e güvenmekle (yalnızca imanla) tanrısal bir armağan olarak (yalnızca lütufla) Tanrı tarafından onaylandığına (aklanma) inanırlar. Lutherciler ilk Protestan iman bildirisini 1530‘da Augsburg İman Bildirisiyle yaptılar ve doğru iman konusunda her zaman ateşli oldular. Aynı zamanda topluluğun liturjiyi ve ilahileri beraberce söylemesi konusunda da öncülük ettiler. Diğer Protestanlar gibi Lutherciler de yedi yerine iki sakramenti kabul ederler; bebekleri vaftiz ederler ve Rab‘bin Sofrası‘nda İsa‘nın gerçekten var olduğuna inanırlar (consubstantiation). Lutherciler tapınmada vaaz hizmetine özel bir vurgu yapmaktadırlar– Söz‘ün bildirilmesi.
Lutherci yenilenmenin en önemli ayaklarından birisi de, hareketin önemli isimleri olan Philipp Jacob Spener ve August Francke‘nin ortaya attığı Takvacılık olmuştur. Takvacılığın kutsal yaşamla, insanların ruhsal durumlarıyla ve Kutsal Kitap‘ın küçük gruplarla çalışılmasını vurgulaması, doğru doktrine ağırlık veren skolastik Luthercilik ile bir denge sağlanmasına yardım etmiştir. Takvacılık tüm Kilise‘nin yararlanabileceği bir tarih ve vurgudur.
Protestan Hıristiyanlık inancının ikinci ifadesi Reformculuk olarak adlandırılır. Reformcu Hıristiyanlık Fransız Refomcular‘da (Huguenotlar‘da), çeşitli Presbiteryen gruplarda ve tüm Reformcu kilise ailesinde (örn. Alman Reform Kilisesi, Hollanda Reform Kilisesi, Amerika Reform Kilisesi ve Hıristiyan Reform Kilisesi) görülebilir.
Reform ailesinde yer alan insanları en çok etkileyen önder John Calvin‘di (1509- 1564). Calvin‘in 26 yaşındayken yazıp bastırdığı Institutes of the Christian Religion (Hıristiyan Dininin Kurumları) adlı yapıtı büyük olasılıkla Protestan Reformundaki en etkili eserdir. Kurumlar, ününü Calvin‘in fikirlerinin özgünlüğüne borçlu değildir. Calvin, Protestan inancının aslında çağlar boyunca Kilisenin tam olarak öğrettiği şey olduğunu göstermek istemişti. Kurumlar’ın açık, kapsamlı ve düşüncelerinin düzenli olması tüm Avrupa‘daki Hıristiyanlar arasında kabul görmesine yol açtı. O güne kadar Protestan inancına sahip Hıristiyanlarca sunulan en kapsamlı ve sistematik eserdi. Calvin‘in yazdıklarının ve öğretisinin ana fikri Tanrı‘nın mutlak egemenliğiydi, ancak daha birçok konudan söz ediliyordu: insanın mutlak çöküşü, seçilmişlik, önceden bilinme ve dahası. Kalvinci düşüncenin özünü tanımlama çabaları bir dizi iman bildirisi ve ilmihal kitabına ön ayak oldu, bunların en önemlisi ikisi Heidelberg İlmihali (1563) ve Dort Meclisi‘nin Kurallarıdır (1618-1619).
Kalvinci iman ifadesinin büyük Hıristiyan ailesine verdiği en büyük armağanlarından birisi, Kilisenin içinde yaşadığı kültürle nasıl bağlantı kuracağı ve ilişkiye geçeceği konusundaki özenli yaklaşımdır. Kalvinci düşünce, kültürü gerçek ve güzellik ve nezaket hakkında bilgilendirerek ve iyi kanunlar, ahlaki değerler ve yönetim biçimleri oluşturarak uygar bir toplum yaratılabileceğini, hatta bunun belki de tarihte Tanrı‘nın Egemenliği‘nin bir şekilde getirebileceğini kabul eder.
Protestan yaşamının ve tanıklığının üçüncü ifadesi de Anabaptistler‘dir. Mennocular, Hutterciler ve Kardeşler (Brethrenler) bunların doğrudan ardılları, Kuveykırlar ve Baptistler de uzak akrabalarıdır. Anabaptistlerin en önemli önderi Menno Simons‘tur (1496-1561).
Adlarını düşmanları vermiştir, anlamı “tekrar vaftiz edenler” dir. Yenivaftizciler bebeklerin üzerine su serpmeyi geçerli bir vaftiz olarak görmezler. Onlara göre Hıristiyan vaftizi yetişkin bir kişinin bilinçli olarak İsa Mesih‘e iman ettiğini ilan etmesidir. O günlerde bu alışılmadık yaklaşım yüzünden şiddetli baskılara maruz kalmışlardır.
Anabaptistler Protestan Reformunun “radikalleriydi,” ılımlı reformcuları daha derine, eski düzenin köklerine vurmaya çağıran çöldeki sestiler. Luther Kutsal Kitap‘ın yasaklamadığı her şeye izin verirken, Anabaptistler Kutsal Kitap‘ın tavsiye etmediği her şeyi reddettiler. Bu yüzden Luther ve Calvin‘den daha ileri giderek Roma Katolik Kilisesi‘nin tüm geleneksel sembollerini reddettiler– heykel, resim, mum hatta müzik. Amaç elçisel Hıristiyan inancını “yeniden canlandırma,” Elçilerin İşleri kitabında görülen İsa Mesih‘e radikal biçimde sadakat gösteren topluluklara dönmekti.
Hıristiyan topluluğunun görevini oldukça ciddiye aldılar, böylece sevgi, destek ve ekonomik paylaşımı benimseyerek Bruderhof adını verdikleri bir ortak yaşam oluşturdular. Bugün bile kökleri anabaptist Hıristiyan topluluklarına giden başarılı Bruderhof topluluklarına rastlayabiliriz. Bu bize manastırlar olmadan ortak yaşamın mümkün olduğunu göstermektedir.
Belki de anabaptistlerden öğreneceğimiz en büyük şey, İsa Mesih‘in radikal öğrencileri olma konusundaki ısrarlarıdır. Çünkü anabaptistler Dağdaki Vaaz‘ı günlük yaşamlarına uygulamak için diğer tüm gruplardan daha sıkı çalışmışlardır, onların örneğini izleyerek itaat ve sadakat konusunda ısrarlı olmayı öğrenebiliriz.
Protestanlığın dördüncü ifadesi bir çok Anglo-Amerikan mezhebi için tarihsel bir arka plan sunan Anglikan Kilisesi‘dir. Aslında, Anglikan Kilisesi ailesinin Protestan reformunun bir parçası sayılıp sayılmayacağı tarihsel bir tartışma konusudur. Birçok Anglikan önder topluluklarının Katolik ve Protestanlık arasında ortada bir yerde durduğunu söylemeyi tercih eder. Üstelik Anglikanlar‘ın Roma ile yollarını ayırmaları dinsel bir tartışmadan çok siyasi bir çekişmedir, nedeni VIII. Henry‘nin ulusal İngiliz kilisesinin başına geçme isteğidir (Kilisenin dini önderi ise Canterbury Başpiskoposu olacaktır). Roma Katolik Kilisesi‘nin, Henry‘nin Aragonlu Katherine ile evliliğini iptal etmeyi reddetmesi ve Anne Boleyn ile evliliğine karşı çıkması işleri daha da karıştırmıştır. Hepimiz bunları daha önce tarih derslerinde okumuşuzdur. Asıl mesele Henry‘nin Roma Katolik Kilisesi‘nin yerine bir İngiliz Katolik Kilisesi kurmak istemesiydi.
Yine de Anglikan Kilisesi‘nin zamanla Protestan Reformu‘nun eğildiği alanlarda bir dizi reformu benimsediği söylenebilir. En önemli sayılabilecek reformlar (1) tüm kiliselerde İngilizce Kutsal Kitap bulunması (2) Latince tapınma hizmetinin Başpiskopos Thomas , Cranmer‘ın Ortak Dua Kitabı‘ıyla (Book of Common Prayer) değiştirilmesi. Bu iki karar tüm Kiliselerın yararlandığı kararlardı.
VIII. Henry tarafından hazırlatılan Büyük “Kutsal Kitap”ın çevirisi aslında daha önce William Tyndale (c.1494–1536) ve Miles Coverdale (1488–1 569) tarafından yapılan çevirilerin derlenmiş halidir. Çeviri çalışmalarında bir öncü olan Tyndale Belçika‘da tutuklanıp sonunda kazığa bağlanarak yakıldı. İlginçtir ki, ölüm duası “Rab, İngiltere Kralı‘nın gözlerini aç” şeklindeydi. Kutsal Kitap‘ın halkın anlayacağı bir dile çevrilmesi biçiminde atılan bu basit adım diğer reformlara yol açtı ve doğru çeviri çalışmalarına olan ilgiyi arttırdı. Bütün bunlar bir yüzyıl sonra Kutsal Kitap‘ın en iyi çevirisinin ortaya çıkmasıyla sonuçlandı: Authorized Version, bilinen adıyla King James Bible. Bu, İngilizce konuşan bütün Hıristiyanlara verilen en büyük hazine oldu. Benzer biçimde Ortak Dua Kitabı da Anglikan ve Episkopalyan köklerinden öteye giderek herkes için zengin bir tapınma kaynağı olmuştur.
Şimdi söz edeceğimiz Protestan tanıklığının beşinci ve son ifadesine bir isim vermek diğerlerinden daha zordur. Tarihçiler tarafından bu beşinci kategoriye genellikle “Non- konformistler” adı verilir–bu terim, bu gruptaki Hıristiyanlar‘ın var olan kilise yapısına uymadığını vurgular. Aynı zamanda devlet kiliselerinden ayırmak için “özgür kiliseler” olarak da adlandırılırlar. Bu grupların çeşitli yönlerine vurgu yapılan “Muhalifler,” “Bağımsızlar” ve “Ayrılıkçılar” gibi başka etiketler de kullanılır. İlk Nonkonformist gruplar arasında en etkili olan Püritenler‘di. Diğer Nonkonformist grupları Kuveykırlar, Baptistler, Cemaatçiler, Metodistler, Plymouth Brethrenler ve Salvation Army olarak sıralayabiliriz. Nonkonformistler ayrıca, Amerika Birleşik Devletleri‘nde ve başka yerlerde ortaya çıkan oldukça geniş mezhep ve kiliselerle çalışan müjdeci gruplarının oluşturduğu yelpazenin kökleridir.
Nonkonformistlerin tarihsel olarak ayırt edici niteliklerinden birisi güçlü vaaz özelliğidir. Charles Haddon Spurgeon (1834-1892) bunun en önemli örneklerinden biridir. 19. yüzyılın en ünlü Baptist vaizi olan Spurgeon içten bir müjdeci, politik olarak Liberal (ve başbakan William Gladstone‘un yakın bir arkadaşı), aylık bir derginin editörü, yetimhane ve kilisede hizmet edecekler için bir eğitim okulunun kurucusu ve birçok kitabın yazarı idi. 19 yaşında Londra‘da bir kilisenin yönetimini üstlendi ve daha 30 yaşına gelmeden vaazları o kadar çok kişinin ilgisini çekmişti ki, 1861 yılında 5 bin kişilik Metropolitan Tabernacle Kilisesi inşa edildi. Vaaz konusunda yazdığı kitabı, Öğrencilerime Dersler (Lectures to My Students), çarpıcı ifadelerle doludur ve müjdeci tutkuyla yazılmıştır ve bu gün de hâlâ kullanılmaktadır.
Nonkonformist grupların dünya çapında Kilise‘ye yaptığı belki de en büyük katkı, İsa‘ya samimi bir şekilde iman etmeleri, etkili müjdecilik ve kültürler arası misyonerlik etkinlikleridir. Bu noktalar önümüzdeki bölümle o kadar sıkı sıkıya bağlıdır ki onları daha geniş bir anlatımla sunmak daha iyi olacaktır.
Protestan Misyonerlik Patlaması
1600-2000 yılları arasındaki 400 yıl boyunca Hıristiyan inancı ve tanıklığı, Avrupa merkezinden çıkıp dünyadaki her baskın kültürün içindeki önemli varlığı ile ilk gerçek küresel din oldu. Bu dönemin ilk yarısına, daha önce belirttiğimiz gibi, Roma Katolik Kilisesi‘nin misyonerlik çabaları damgasını vurdu. Ancak 1800‘lerde Katolik misyonerliğin etkisi azalmaya başladı: Cizvit Tarikatı 1773 yılında kaldırıldı (monarşinin baskısıyla gelen papalık emriyle) ve Fransız Devrimi‘yle devam eden kargaşa nedeniyle Avrupa‘nın mali desteği azaldı. Bu noktada Protestanlar kendilerini Katolik tarikatlarınkine benzer misyon yapılarıyla donatarak işe koyuldular. Protestan çalışmaları, Kilise tarihindeki en büyük misyonerlik etkinliği patlamasına dönüştü.
Kuveykır olan “Valiant Sixty”ler (Altmış Yiğitler) 17. yüzyılın ortasında kuzey İngiltere‘den dünyanın dört bir yanına müjdeyi duyurmak için yayıldılar. Daha sonra 1732 yılında tutuklu müjdeci olan Moravyalı Brethen, Karayib Denizi‘ndeki St. Thomas adasına gitmişti. İzleyen 20 yıl boyunca onlar Grönland, Surinam, Güney Afrika, Kutup bölgesindeki Samoyedler, Cezayir, Seylan, Çin, İran, Habeşistan, Labrador ve Amerikan Kızılderililerinin topraklarında çalıştılar. John Wesley‘in 1739 yılında söylediği şu sözleri unutmamalıyız, “Benim cemaatim dünyadır”. Wesley‘in Metodist müjdecileri, Francis Asbury ve Thomas Coke önderliğinde müjdeyi tüm dünyaya götürdüler.
Ancak bunlar yalnızca öncülerdi. 1792 yılında kendini yetiştirmiş bir öğretmen, bir ayakkabıcı ve bir pastör olan William Carey (1761-1834) İmansızların Hıristiyanlığa Döndürülmesi için Hıristiyanların Yöntemler Kullanması Gerektiği Konusundaki Yükümlülükleri Üzerine bir Araştırma (An Enquiry into the Obligations of Christians to Use Means for the Conversion of the Heathens) adlı kitabı yazdı ve bu kitap misyonerlikte bir patlamaya yol açtı. Kitapta söz ettiği “yöntemler” sayısız misyon topluluğunun kurulmasına öncülük etti. Kitap Protestan Misyonerlik hareketinin Manga Carta‘sı oldu ve yazarı William Carey‘e “Protestan Misyonlarının Babası” ünvanını kazandırdı. Carey‘nin vizyonu İlk Müjdeci Uyanış‘ın ruhsal ateşiyle birleşerek Yale tarihçisi Kenneth Scott Latourette‘nin “büyük yüzyıl” olarak adlandırdığı, misyonerliğin daha önce görülmemiş biçimde yayılması gerçeğine dönüştü.
Misyolojist Ralph Winter Protestan misyonerlik çalışmalarını üç büyük döneme ayırmıştır. İlk Dönem Asya ve Afrika kıtalarının sahil kıyılarına (ve daha küçük ölçüde olmak üzere başka kıyı bölgelerine) odaklanmıştır. William Carey‘nin Hindistan‘daki çalışmaları öncü niteliğindeki bu çalışmalara iyi bir örnektir. Bu döneme damgasını vuran misyonerlerin büyük fedakârlıklarıdır. Örneğin ilk altmış yılda, Afrika‘daki çok az misyoner iki yıldan daha az uzun yaşayabildi. Winter bu konuda şunları yazmaktadır, “Neredeyse kaçınılmaz olan hastalıklara yakalanma olasılığı ve ölümlerin sıklığı 1790‘dan sonraki onlarca yıl giden yürekli misyonerleri yıldırmadı. Neredeyse intiharı andıran bu dalga hiçbir dönem ve durumla karşılaştırılamayacak kadar korkunçtu.”
İkinci Dönem iç bölgelerde yoğunlaştı. Bunun en önemli temsilcilerinden birisi J. Hudson Taylor‘dır (1832-1905). Bir çok kişi kıyı bölgelerde Hıristiyanlar‘ın olmasının misyon görevinin sona erdiği anlamına geldiğini düşünmüştü, ama Taylor iç bölgelere doğru ilerlemenin gerekli olduğunu gördü. Sonuç olarak bir uçtan bir uca, özellikle de Çin‘in iç bölgelerinde hizmet eden 6 binden fazla misyonerden oluşan China Inland Mission‘ı (İç Çin Misyonu) kurdu. İlk Dönemde olduğu gibi, iç bölgelere ulaşma mücadelesine girdiler: Sudan Interior Mission (İç Sudan Misyonu), Unevangelized Fields Mission (Müjdelenmemiş Alanlar Misyonu), Africa Inland Mission (İç Afrika Misyonu), Regions Beyond Missionary Union (Bölgeler Ötesi Misyonerlik Birliği), Heart of Africa Mission (Merkez Afrika Misyonu) vd. Tarihteki en büyük öğrenci misyonerlik hareketi olan Student Volunteer Movement for Foreign Missions (Yabancı Misyonlar için Gönüllü Öğrenci Hareketi) bu dönemde ortaya çıktı ve iç bölgelere gitme çağrısına yanıt verdi. 20 bin gönüllü ülke dışına çıktı ve 80 bin kişi de ülkesinde kalarak misyonların altyapısını oluşturdu.
Protestan Misyonlarının Üçüncü Döneminde, “saklı halkların topluluklarına” odaklanıldı. Bunlar sosyal olarak izole edilmiş ve belirlenmesi zor yerlerde, belli bir coğrafyaya ait olmayan gruplardı. Saklı halk grupları için oluşan bu yeni misyon anlayışının temsilcisi iki önderdir: Cameron Townsend (1896-1982) ve Donald McGavran (1897-1990).
Townsend, ihmal edilen yerli kabilelerde görülen ihtiyaca karşılık vermek üzere Wycliffe Kutsal Kitap Çevirmenleri‘ni kurdu. McGavran, aynı zamanda toplumsal engeller sorununu çözümlemek için çalıştı. Yazıları ve çalışmaları öncü misyon hareketini oluşturdu ve daha önce ulaşılamamış sosyal gruplara ulaşmak için bilinçli yaklaşımlar gelişmesini sağladı. Townsend ve McGavran, etnik ya da sosyolojik özellikleriyle tanımlanan birçok “saklı halkın” bulunduğunu görmemizi sağladı. Bu insanlar var olan herhangi bir kilisenin kültürel geleneğinden öylesine farklıydılar ki, kendine has gelenekleri içinde yerli kiliseler kurmak için misyon (müjdeleme değil) stratejileri gerekliydi.
1974 yılında düzenlenen Uluslararası Dünya Müjdecilik Kongresi 16.750 saklı halkın varlığını saptadı. Bu gruplar yaklaşık olarak 2,5 milyar erkek, kadın ve çocuğu kapsıyordu. Bu, Üçüncü Dönem misyonlarının göz önünde tutması gereken büyük bir görevdi.
Bitiş
Daha yazılacak birçok şey var, ancak umuyoruz ki bu kısa çalışma size daha ileriye gidebilmek için gereken araçları sağlayacaktır. Kilise tarihinin bu mini taslağını Uluslararası Dünya Müjdecilik Kongresi‘nin 16.750 saklı halkın hâlâ kendi etnik ve kültürel yapılarının içinde uygulanabilir bir Hıristiyan tanıklığına ihtiyaç duyduğu yönündeki saptamasına dikkat çekerek tamamlamak istiyoruz. Elbette, 1974‘den beri bu ihtiyaca yönelik çalışan birçok organizasyon ortaya çıkmıştır. Ancak buna rağmen bu görev hâlâ önümüzde durmaktadır–hepimizin önünde: Protestanlar, Doğu Ortodoksları ve Roma Katolikleri. Bizim bakış açımıza göre Hıristiyan topluluğunun bu üç büyük kolu da Mesih‘in Kilisesinin geçerli ifadeleridir. Tek Tanrı‘ya ve hepimizin Babası‘na tapınıyoruz. İsa Mesih‘in Rab ve Kurtarıcı olduğunu ikrar ediyoruz. Kilise yapısı olarak bölünmüş ve ayrılmış olsak da tarihin kıtasal bölünme hattında beraberce yürüyoruz. Umudumuz ve duamız, 2,5 milyar değerli–uğurlarına Mesih‘in öldüğü– insanın yaşadığı saklı halklara İsa Mesih‘in “yol, gerçek ve yaşam” olduğu müjdesini götürmek için yüreklerimizi ve ellerimizi birleştirme yollarını bulmamıza yardım etmesidir.
Kaynakça: Foster, J.R., Graybeal, L.L. , 2001, Streams of Living Water, Harper, San Francisco, Appendix A