“Matta hızlı not alma tekniğini biliyor muydu?” gibi Yeni Antlaşma’nın beklenenden daha erken ortaya çıkmasının şaşırtıcı nedenleri…
CARSTEN PETER THIEDE
“İsa eğilmiş, parmağıyla toprağa yazı yazıyordu” (Yu. 8:6).
Buradaki zina yapan kadının öyküsünde, İsa’nın yazı yazmayı bildiğini öğreniyoruz. Ancak İsa bir öğretmendi, yazar değil; onun sözlerini yazmak başkalarının işiydi. Zaten okuryazarlık İsa’nın sıkça rastladığı bir özellikti. Akıcı ve akılcı bir şekilde yazabilmek eski İsrail’de uzun ve karmaşık metinleri ezberlemek kadar yaygın sayılırdı.
Başka bir deyişle İsa şundan emindi: Onu izleyenler arasında sadece söylediğini ezberleme yeteneğine sahip olanlar değil aynı zamanda söylediğini yazabilen kişiler olacaktı.
Ayrıca, İsa ve çevresindekiler birden fazla dil konuşabilmekteydiler. Aramice günlük yaşamda sıkça kullanılan bir dildi. İbranice ise Kutsal Kitap okurken ve özellikle de tapınırken kullanılmaktaydı (örneğin Luka 4:16-30).
Ancak insanlar Doğu Roma İmparatorluğu’nda konuşulan üçüncü bir dil olan Grekçenin de farkındaydılar. Son araştırmalar Ortodoks Yahudilerin bile günlük hayatta Grekçeyi kullandıklarını ortaya koymuştur. Bunu mezar yazıtlarından ve Masada kalesi nöbetçilerinin birbirlerine yazdıkları notlardan anlamaktayız.
Bizzat İsa’nın kendisi de, Suriye-Fenike ırkına mensup Yunanca konuşan kadınla olan diyalogunda (Markos 7:24-30) ve Sezar’a ödenen vergiler hakkındaki yalnızca Grekçe karşılığı olan bir söz oyununa dayalı tartışmada (Markos 12:13-17) görüldüğü gibi Yunanca konuşabilmektedir.
Ancak son bilimsel anlayışa göre edebi yazıların ilk evreleri İsa’nın hizmetiyle aynı döneme rastlamaktadır ve bu evreler şaşırtıcı derecede tutarlıdır. Simgelerle hızlı not alma tekniği anlamına gelen stenografi İsrail’de ve Yunan-Roma dünyasında kullanılmaktaydı. Bunun ilk kanıtına (İsa’dan Önce. 3 yy.da) Mezmur 45:1’in Grekçe çevirisinde rastlıyoruz: “Dilim usta bir yazarın kalemi gibi olsun”, yani “stenograf” gibi.
Sözü geçen yazma becerisine çok gereksinim duyulmaktaydı. Yazı yazma malzemeleri çok az bulunuyordu. Deri veya parşömen çok pahalıydı; papirüs ise yalnızca ithal edilebilmekteydi. Yazarlar çoğu zaman detaylı metinlerin güçlükle sığdığı toprak veya mum levhalar kullanmak zorunda kalıyordu. Stenografi bu nedenle en kullanışlı yöntemdi.
İsa’nın beraberindekiler arasında bile profesyonel bir stenograf vardı, gümrük memuru Levili Matta. Aslında Levili Matta İsa tarafından çağırılmadan önce dağdaki vaazı duysaydı (vaazdan çok etkilendiği için bu çağrıya çabuk yanıt verecekti), bu, Matta 5’ten 7’ye kadar olan kısmın aynı teknikle yazılmış tutanağın bir neticesi olarak görülebilirdi.
Eski dönemlerdeki bir araya getirme yöntemi ne olursa olsun, Luka Kitabı’na dayanarak Matta ve Markos gibi tamamlanmış Kitaplar dışında da edebi kaynakların bulunduğunu anlıyoruz: “Birçok kişi aramızda olup bitenlerin tarihçesini yazmaya girişmiştir. Nitekim başlangıçtan beri bu olayların görgü tanığı ve Tanrı sözünün hizmetkârı olanlar bunları bize iletmişlerdir” (Luka 1:1-2).
Özetle, çok eski topluluklarda İncil’in yavaş ve uzun gelişimi hakkında teolojik teoriler var olsa da, tarihi bazı kanıtlar İsa’nın ilk takipçilerinin onun öğretilerini yazılı olarak sunduğuna işaret eder.
Hıristiyan kütüphaneleri
İlk Hıristiyanlar bu yazıları bir süre sonra bir araya getirdiler. Edebi hayatla çok yakından ilgilenmekteydiler. Arada sırada bu konuda şakalaştıkları bile oluyordu: “İsa’nın yapmış olduğu başka pek çok iş vardır. Bunlar bir bir yazılmış olsaydı, sanırım, yazılan kitaplar dünyaya sığmazdı (Yu. 21:25). Veya yazı yazmak için malzeme ricasında bulunuyorlardı: “Traos’ta Karpos’un yanında bıraktığım abayı, kitapları, özellikle de yazı derilerini gelirken getir” (2. Ti. 4:13). Ya da yazı yazma sürecinde oldukları görülüyordu: “Gördüklerini kitaba yaz ve yedi kentteki kilise topluluklarına gönder” (Vahiy 1:11).
Edebi sanatlara çok aşina olduklarından, edebiyatta simgesel yollara da başvuruyorlardı: “Gökler dürülen bir kitap gibi kayboldu…” (Vahiy 6:14).
Yazmaya olan bu yoğun ilginin neticesi belliydi: Metinler arşivlerden ve kütüphanelerden, hatta kopyalarının sipariş edilerek temin edilebileceği dükkânlardan toplanacaktı. Yahudi geçmişi olan Hıristiyanlar Tevrat’ın, Peygamberlerin, Mezmurların ve diğerlerinin kitaplarının bir araya toplandığını bilirlerdi. Yunan-Roma geçmişi olanlar da Pavlus’un mektup ve konuşmalarında üstü kapalı söz ettiği filozofların ve Aratus, Kleantes, Menander, Uripides ve diğerlerinin kitaplarından haberdardı.
Ölü Deniz Kitaplarının keşfi bizlere Yahudi ve Yahudi Hıristiyanlarının kütüphanelerini düzenlediklerini gösterir.
Kitaplar şu an Eski Anlaşma diye adlandırdığımız Kutsal Yazıların kopyaları, Yazıların tefsirleri ve teolojik yazılar olmak üzere 3 çeşitten oluşmaktaydı.
Hıristiyanlar için gelişmelerine yardımcı ilk yazılar Yasa ve Peygamberler olmuştu. Bunlar Hıristiyan mesajının en önemli içeriğine kaynak oluşturduklarından kopya edilmiş ve dağıtılmıştı. Bu mesaj İsa Mesih’in acı çekme ve kurtuluşunun önceden bilinmesiydi.
Hıristiyanlar bu kaynakları nasıl yorumlamalıydı? Bunları nasıl hayata geçirebilirlerdi? Bu kaynaklar İsa’nın öğreti ve yaşamıyla nasıl bütünleştirilebilirdi?
Yorumlama, ilk olarak Petrus’un Pentikost’ta ve Luka tarafından düzletilerek bir araya getirilmiş kendi İncilinin devamı olan Elçilerin İşleri’nde gördüğümüz İsteyfanos ve Pavlus’un vaazlarında yer almıştı.
Daha da önemlisi her birinde Eski Antlaşmadaki öykü, kişi ve peygamberlikleri şu veya bu şekilde yorumlandığı mektupların da var olmasıydı. Bunlardan Pavlus’un Romalılara mektubu, İbranililere yazılmış isimsiz mektup, Petrus’un iki mektubu ve Yahuda’nın mektubu gibi birkaç tanesi Eski Antlaşma ve diğer Yahudi metinlerinin çok iyi bilinmesine dayanır. İlk Hıristiyan mektupları aslında koleksiyon olarak dağıtılan ilk dokümanlardı. Bunun ilk kanıtına Yeni Antlaşma’da rastlıyoruz. Petrus’un ikinci mektubunun sonunda şöyle yazar: “Sevgili kardeşimiz Pavlus’un da kendisine verilmiş olan bilgelikle size yazdığı gibi, Rabbimizin sabrını kurtuluş fırsatı sayın. Pavlus, bütün mektuplarında bu konulardan böyle söz eder.” Bu sözler Pavlus’un mektuplarının bir araya getirildiğine ancak eksiklerin olduğuna işaret eder.
Son bilim araştırmaları 2. Petrus’u ikinci yüzyılda Petrus’un öğrencilerinden birinin eseri gibi değil de Petrus’un yaşadığı döneme ait olarak yeniden değerlendirmektedir. Bu zaman değişikliği birinci yüzyılda atmışlı yılların ortalarına ait ilk mektup koleksiyonunun varlığına da sebep teşkil eder: Pavlus’un günümüze kadar gelmiş bütün mektupları bu döneme aittir.
Son olarak birkaç yıl önce Göttingen Üniversitesi’nde papirolojist olan Young-Kyu Kim, Pavlus’un mektuplarının ilk koleksiyonu olan p46’nın İ.Ö. 200 yıllarına ait olarak değil, kendisinin kanıtlarla da belirttiği gibi birinci yüzyıl başlarına yani Yuhanna ve ilk Hıristiyan neslinin, ismi günümüze kadar yaşayan diğer üyelerinin yaşadığı döneme ait olarak değerlendirilmesi gerektiğini ortaya koymuştur.
Son Dört Kitap
Peki ya Müjdeler? Bu konuda yine birkaç yıl öncesinden çok daha fazla şey söylemek mümkündür. Dünyanın önde gelen Yeni Antlaşma akademisyenlerinden olan Tübingen Üniversitesi’nden Martin Hengel Müjdeler’in toplanması süreci konusunda bazı yeni bilgiler verir.
Bir kütüphane rafında duran modern kitaba bakın – yazarın adını cilt sırtına bakarak anlayabilirsiniz. Yeni Antlaşma zamanlarında kitaplar tomar halinde olduğu için cilt sırtları yoktu. Bu tomarlar nasıl saklanırlarsa saklansınlar, tek kitabın görebileceğiniz tek kısmı “en üst bölüm” ve tomarın sapı olurdu. İçeriği belirtmek için ise tomarın sapına küçük parşömenler ya da deri şeritleri (bunlara sittiboi adı verilirdi) iliştirilirdi.
Yer kısıtlı olduğu için herhangi bir konuda tek bir kitap varsa sadece bu kitabın başlığı belirtilirdi. Örneğin Müjdeler söz konusu olduğunda tek bir Müjde olduğu sürece sittiboda Euangelion, yani “Sevindirici Haber” ya da “İsa Mesih’in Sevindirici Haberi” yazılacaktı. Ancak ikinci bir Müjde sahneye çıktığı anda iki kitap arasında bir ayrım yapılması gerekecekti; birinci ve ikinci Müjde yazarlarının adını taşıyacaktı – “Markos’a göre”, “Matta’ya
göre” vb.
Böylece ilk yüzyılın sona ermesinden uzun bir süre önce – gereklilikten dolayı – yazarları belirlemek ve eserlerini sınıflandırmak için sistematik bir yaklaşım benimsenmişti.
Bu nedenle ikinci yüzyılın başlangıcında Müjdeler’in sayısı ve yazarlarının adı çoktan belirlenmişti. İlk edebi kaynağımız İ.S. yaklaşık 110’da yazmış olan Papias’tır. Daha sonra ortaya çıkacak sözde Müjdeler’in hiçbiri henüz ortada yoktu – ne Tomas Müjdesi, ne Nikodemus, Yakup ya da başka birinin müjdesi. Papias en erken Müjdeler’i bilir ve kabul eder, ve bize bunların yazarları hakkında kişisel anlatılara dayanan bilgiler verir.
Örneğin Markos’un “incelikli bir parmağı” olduğunu söyler – bu ne anlama geliyor olabilir? Markos’un Petrus’un hermeneutes’i olduğunu söylediğinde ne kastetmektedir? Yorumlayıcısı? Tercümanı? Editörü? Bu sözcük her üç anlama da geliyor olabilir.
Ya da Papias, Matta’nın İsa’nın logia’sını (sözlerini) en hebraidi dialecto (İbranice/Aramice lehçesinde) derlediğini söylediğinde ne anlatmaktadır? İbrani/Arami tarzında ama Grekçe mi yazmıştır? Levi-Matta’nın İsa’nın kalabalıklara konuşmaları sırasında aldığı notlardan (örn. logia) haberi olması mümkün müdür?
Papias’ın eserlerindeki kısa alıntılar birçok sorunun yanıtsız kalmasına neden olur. Ancak konunun özü değişmez: Hierapolisli Papias ikinci yüzyılın başı kadar erken bir tarihte bir Müjdeler koleksiyonundan haberdardı – ve bu da söz konusu koleksiyonun daha da erken bir tarihte var olduğunu gösterir. Başka bir deyişle papirüs kodeks p46’yı tekrar tarihlememizin ardından Pavlus’un mektupları hakkında artık bildiğimiz şeylerin doğruluğunu Papias da destekler gibi görünmektedir.
Yetmiş yıl sonra, yaklaşıl 180’de İreneus akademisyenler arasında tartışmalara yol açmış olan bir şeyi daha ortaya atar. Tarihte ilk defa dört Müjde’nin bugün bizim de kullandığımız sıralamasını verir: Matta, Markos, Luka ve Yuhanna. Buna ek olarak Markos’un Müjdesi’nin Petrus ve Pavlus’un “çıkışlarının” ardından yazıldığını anlatır.
Bu sözcük Müjde’yi tarihlemek için bir araç olarak kullanılmıştır; çünkü eğer “çıkış” eleştirmenlerin büyük çoğunluğunun varsaydığı gibi ölüm anlamına geliyorsa o halde Pavlus’un ve Petrus’un olası şehitlik tarihleri olan İ.S. 67, Markos’un yazılmış olabileceği en erken tarihtir.
Ancak “çıkış” aynı zamanda – Eski Antlaşma’nın ikinci kitabında olduğu gibi – “ayrılma” anlamına da gelebilir. Acaba İreneus Petrus ve Pavlus’un ileriki bir tarihte geri dönüp şehit edilmelerinden önce Roma’dan ayrıldıklarını mı ima etmektedir?
Amerikalı bir akademisyen olan E. Earle Ellis sadece birkaç yıl önce yanıtın önemli bir kısmını ortaya çıkarmıştır. Ellis İreneus’un bütün eserlerini tek tek inceledi ve Ireneus’un “çıkış” sözcüğünü hiçbir zaman “ölüm” anlamında kullanmadığını keşfetti. “Ölüm” sözcüğünü anlatmak için her zaman pek de anlaşılır olmayan Grekçe bir sözcüğü, thanatos’u kullandı. Böylece Markos’un Müjdesi bir olasılıkla Petrus ve Pavlus’un ölümlerinden sonra değil, Roma’dan ayrılmalarının ardından – yani daha önceki bir tarihte – yazılmıştır.
Diğer Yeni Antlaşmalar
Tıpkı bugün olduğu gibi erken Hıristiyanlar’ın da daha çok sevdikleri metinler vardı; bazı durumlarda mektupların, hatta bütün bir Müjde kitabının belirli bir bölgede hiç kullanılmadığı olurdu. Örneğin İkinci Petrus neredeyse tamamen “hedef bölgesi” olan Küçük Asya’nın kuzeyinde okunurdu. İ.S. yaklaşık 96’da (ya da belki bundan onlarca yıl önce) yazan Romalı Klement, bu mektuptan alıntı yaptığı bilinen ilk yazardır. Roma İmparatorluğu’nun diğer bölgelerinde yaşayan topluluklar ilk başlarda bu mektubu değil okumak, bu mektubun adını bile duymamışlardı. Mektup sonunda onlara ulaştığında bazıları elçisel bir yazarı olduğundan şüphe ettiler. (Ancak üçüncü yüzyılda yaşamış olan teolog ve dilbilimci Origenes, Petrus’un Mesih müjdesini “ikiz borazanlara benzeyen iki mektup” aracılığıyla duyurduğunu ifade ettiğini aktarır.)
Ya da Markos’un Müjdesi’ni ele alalım – tamamlanmış ilk tam Müjde olması kuvvetle olasıdır. Ancak Matta’nın daha uzun, öykü ve konuşmalara dayanan Müjdesi kısa zaman içerisinde daha popüler oldu ve bu nedenle Matta’nın el yazması parçalarını Markos’un el yazmalarından çok daha fazla biliyoruz.
O halde bazı insanların Hıristiyan yazılarını kendilerine has bir şekilde toplayıp düzenlemeye başlamış olması bizi pek şaşırtmamalıdır. Yaklaşık İ.S. 140’ta Marcion adındaki bir adam Roma’ya geldi ve Tanrı ve Mesih konusunda Hıristiyanlığa benzer, ancak düzmece fikirler geliştirdi. Bu fikirler onu Mesih’in bedensel dirilişi ve Hıristiyanlığın Yahudi köklerini vurgulayan erken elçisel metinleri reddetmeye yöneltti. Sonunda tek kabul ettiği Luka’nın ciddi biçimde kısaltılmış bir versiyonu (Doğum öyküleri ve Diriliş sonrası görünümleri içermeyen bir metin) ve Pavlus’un mektuplarından onu oldu. Marcion ve izleyicileri kısa bir süre içinde sapkın ilan edildiler ve hareketleri zamanlar ortadan kayboldu.
Listeyi Daraltmak
Marcion her ne kadar yanlış yola sapmış olsa da kiliseyi hangi kitapların Yeni Antlaşma içerisinde yer alması gerektiği konusunda resmi bir liste yapmaya zorladı.
Kilise bu süreçte hiçbir zaman metinleri “uyumlulaştırma” ayartısına teslim olmadı. Farklı vurgular, anlatılar, konuşmalarla yazılan dört Müjde, rahatsız edici bir yığın olarak değil, birbirini tamamlayan, Tanrı tarafından farklı kişiliklere sahip insanlara verilmiş tanıklıkların yer aldığı kitaplar olarak görüldü. Hiçbir zaman onları Marcion gibi birbiriyle çelişen, bu nedenle yeniden düzeltilmeye ihtiyaç duyan kitaplar olarak gören olmadı.
Başka bir örnek verecek olursak: İlk Hıristiyanlar, Yahuda mektubunun 2. Petrus’tan (ya da 2. Petrus’un Yahud’dan) uzun bölümler aldığını farkedecek kadar kavrayış sahibiydiler. Ancak bunun aynı zamanda ilk yüzyıllarda mektupların nasıl kullanıldığı ve uygulandığı konusunda anlayış kazandırdığını görecek kadar da akıllıydılar.
Ne de Martin Luthen imanı vurgulayan Pavlus’un bazı şeyleri iyi işlerin önemini vurgulayan Yakup’tan farklı gördüğünü farkeden ilk kişiydi. İlk Hıristiyanlar bu konuları birbirini tamamlayan konular olarak görmeyi tercih ettiler. “Çeşitlilik içerisinde birlik”, bizim elimizdeki Yeni Antlaşma’yı oluşturacak olan koleksiyona uygulanan ölçü olarak görülebilir.
Ancak bu nerede son bulacaktı? Çeşitlilik içerisindeki bu koleksiyon ne kadar geniş olmalıydı? Hangi kitaplar ve mektuplar kilise toplantılarında kullanılmalıydı? Özellikle belirtmek gerekirse ikinci yüzyıldan kalma Didake, Barnaba Mektubu, Hermas Çobanı ya da bir zamanlar Klement’in yazdığı düşünülen Korintliler’e iki mektup ne olacak?
Dördüncü yüzyılın başında yazan Sezariyeli Eusebius bu konuda inceleme ve araştırma yapmıştı. İ.S. 200’den kalan ve “Muratori Kanonu” olarak bilinen, parçalar halindeki bir listenin içeriğini onaylamıştır. Eusebius bazı metinlerin – Yakup ve Yahuda mektupları, Petrus’un ikinci mektubu, Yuhanna’nın ikinci ve üçüncü mektubu ve Vahiy – bazı kiliselerde hala tartışma konusu olduğunu söyledi. Bu metinler konusundaki kuşkulara katılmamakla birlikte Hermas Çobanı, Petrus’un Apokalipsi, Pavlus’un İşleri, Barnaba Mektubu ve Didake’nin “orijinal olmadıkları”, yani elçisel bir kaynaktan gelmedikleri konusunda oldukça ısrarlıdır.
Eusebius’tan on yıllar sonra hem Eski hem de Yeni Antlaşma’nın Grekçe çevirisi olan Codex Vaticanus elimizdeki Yeni Antlaşma’nın tamamını içeriyordu; bundan kısa bir süre sonra Codex Sinaiticus ise Barnaba Mektubu ve Hermas Çobanı’nı hala içerisinde barındırıyordu. Daha da sonra dördüncü yüzyılın sonlarına doğru Codex Alexandrinus Çoban ve Barnaba metinlerini dışarıda tutmakla birlikte Klement’in iki mektubuna yer vermiştir.
Başka bir deyişle oluşturulmaları oldukça pahalı olan ve bu nedenle en azından bölgesel bir otoritenin onayından sonra oluşturulan ana kaynaklar ve resmi derlemeler bile üzerinde aynı fikirde olduğumuz 27 kitabın ötesindeki kitapları seçmek konusunda belirli derecede özgürlük bulmuşlardır. En sonunda her şey bir kişi sayesinde netleşti.
Sarsılmaz Görüş Birliği
İskenderiye Piskoposu Athanasius 367’de yıllık Paskalya Bayramı Mektubu’nu (yetki alanı altındaki tüm kiliseler ve manastırlara yazdığı bir mektup) Eski Antlaşma’nın ve Yeni Antlaşma’nın hangi kitapları içermesi gerektiğini anlatmak için bir fırsat olarak kullandı. Yeni Antlaşma söz konusu olduğunda bugün elimizde bulunan 27 metni listeledi ve şöyle yazdı: “Bunlar ‘kurtuluşun kaynağıdır’, öyle ki susayan herkes bunların içindeki bildiriyi okuyup tatmin olabilir. ‘Sevindirici Haber’’de ilan edilen doğru inancın öğretisi sadece bu mektupların içinde bulunur. Hiç kimse bunlara bir şey eklemesin, ne de bunlardan bir şey çıkarsın.” Athanasius bunun ardından Hermas Çobanı ve Elçilerin Öğretisi’nin (Didake) “gerçekten de kanon içinde yer almadıklarını” söyler. Ancak yine de bu kitapların yeni inananlara yardımcı olacak okumalar oluşturduklarını ekler.
Athanasius’un listesi bu tartışmayı her yerde sonlandırmadı. Batıda farklılıklar hala mümkündü, ve biraz önce gördüğümüz gibi bu bayram mektubundan yıllar sonra yazılmış bir kodeks olan Alexandrinus bile piskoposun adından bile söz etmediği iki mektubu listesine dahil edebilmiştir. Ancak 400’lerin başına gelindiğinde geleneksel görüş birliği aşağı yukarı sağlanmıştı.
Jerom, 414’de yazdığı bir mektupta Athanasius’un – bugünkü Yeni Antlaşma’ya denk gelen – Yeni Antlaşma kitapları listesini kabul ediyor gibi görünür. Ancak Jerom Barnaba mektubunun da bu listeye dahil edilmesi gerektiğini düşünmektedir; çünkü bu metnin yazarı bir Elçi olan Pavlus’un yol arkadaşıdır. Ancak – ve bu önemlidir – Jerom farklı fikirde olduğunu belirtmekle birlikte üzerinde görüş birliği sağlanmış olan metinleri kabul eder. Başka bir deyişle Jerom Yeni Antlaşma kanonunun beşinci yüzyılın başında resmi, sarsılmaz türde bir konum edindiğini; bazıları farklı fikirde olsalar bile değiştirilemeyeceğini kabul eder. Jerom’un günlerinden bu yana Yeni Antlaşma kanonumuz tarih, gelenek ve tapınma aracılığıyla da onaylanmıştır. Bazı kitapları ekleme ya da çıkarma yönündeki bazı akademik girişimlere rağmen bu 27 kitap hala dünya Hıristiyanlığı’nın üzerinde pazarlık yapılamayacak çekirdeği olagelmiştir.
Kaynakça : Thiede, C. P., A Testament is Born, in Christian History Journal, issue 43, pp. 24-29