İleri derecede kusurlu bir insan yavrusunu, bir hayvan yavrusu ile örneğin bir köpek ya da domuzla kıyaslarsak, insan olmayan yavrunun daha üstün niteliklere sahip olduğunu görürüz, hem fiili hem de potansiyel olarak, mantıklılık, bilinçlilik, iletişim ve ahlaksal olarak önemli görülebilecek herhangi bir konuda… Sadece kendi cinsimizin üyeleri oldukları için insan yaşamının üstün bir değeri olduğunu düşünen insanlar, sadece kendi ırklarına ait oldukları için beyaz ırktan olan insanların üstün değere sahip olduklarını savunan insanlarla çarpıcı bir şekilde aynı savları kullanmaktadırlar.
Peter Singer
Felsefe Profesörü, Monaş Üniversitesi, Victoria, Avustralya
Böylece insan Tanrı suretinde yaratılmış oldu, İnsanları erkek ve dişi olarak yarattı: Yar.1:27
“İki buçuk yıl önce kürtaj yaptırdım” dedi “Bonnie.” “Bir daha asla yaptırmam. Hala birini öldürmüş gibi hissediyorum. Kendimi suçlu hissediyorum ve bu kez bebeğimi doğurarak bunu düzelttiğimi düşünmüyorum. Kısa dönemde, kürtaj en kolay yol. Fakat uzun dönemde, cehennemden farksız. Biliyorum çünkü bunu yaşadım. Yine hamile kalsam, kürtaj olmak konusunda denenirdim fakat kürtaj yaptırmazdım. Yine yapamazdım. Dokuz ay boyunca bebeği taşımaktan, doğum sancılarından, kamımdaki çatlaklardan, kesilmekten nefret ederdim. Fakat kürtaj yapmak yerine yine de bunları yaşamayı tercih ederim.”
Yirmi yaşındaki “Bonnie” hamile kaldığında sekiz aydır bebeğin babasıyla birlikte yaşıyordu. Anne babasının öğrenmesindense orta batıdaki memleketinden ayrılmayı tercih etmişti. Bonnie’nin anlattıkları, bugün Amerika’da kürtajın sadece bir dolu istatistik ya da dev bir sosyal sorun olmanın ötesinde sayısız bireyin yaşamını etkileyen, yoğun bir şekilde kişisel olan bir gerçeklik olduğunu etkin bir şekilde anımsatıyor. Bu bölümün başında yer verdiğimiz alıntının hatırlattığı gibi kürtaj insan yaşamıyla ilgili en derin soruları ortaya çıkarmaktadır: İnsanlar ilahi sureti taşıdıkları için mi eşsiz bir değere sahiptir yoksa insan değeri, sürekli değişen bir sosyal yararlılık ölçüsüne göre mi değerlendirilmelidir? Bu tartışma teorik bir tartışma değildir. Ulus çapında her gün kürtaj kliniklerinde, yoğun bakım ünitelerinde ve mahkemelerde yaşanmaktadır.
Alan Guttmacher’a göre Amerika Birleşik Devletleri’nde her yıl 1,6 milyon kürtaj gerçekleşmektedir. Kürtaj yaptıran kadınların dörtte üçü, bebeğe sahip olmalarının işlerine, okullarına ya da diğer sorumluluklarına engel olacağını söylemişlerdir; üçte ikisi ise başka bir çocuğa sahip olmayı mali olarak kaldıramayacaklarını söylemişlerdir; yarısı, tek ebeveynli bir aileye sahip olmak istemediklerini ya da kocaları ya da eşleri ile sorun yaşamak istemediklerini söylemişlerdir. Sadece yüzde 2’si, tecavüz, aile içi cinsel taciz ya da olası doğum kusurları nedeniyle kürtaj olmak istediklerini söylemektedirler.
Bu ülkede kürtaj yıllık olarak 700 milyon Dolar’lık bir endüstridir. Amerika Birleşik devletleri, yirmi yaş altında kadınlarda kürtaj konusunda, yılda 500.000 adetle dünyada birinci sırada yer almaktadır. Kürtajların yaklaşık 150.000 tanesi hamileliğin ikinci üç ayından gerçekleştirilmektedir, “en korkuncu bunlardır” diyor Dr. Matthew J. Bulfm, “en koyu kürtaj yanlılarının bazıları bu dönemde kürtaj yapmayı reddederler çünkü öldürme çok gerçek ve açıktır.”
Bu bilgiler, Amerika Birleşik Devletleri’nde her gün ortalama 4.257 doğmamış insanın kürtaj edildiği anlamına gelmektedir. Artık devletin başkenti olan Washington, D.C.’de kürtajlar canlı doğumlardan daha fazladır.
Tarihsel ve Yasal Zemin
Kürtaj, eski dünyada çok yaygın bir uygulamaydı. Doğum kontrolü ile ilgili en eski kaynak, Çin İmparatoru Şen Nung’un İ.Ö. 2737-2696 yıllarında ağız yoluyla alman düşüğe yol açan bir ilacı yazmasıdır. Eski Yunan ve Roma’da da kürtaj yaygındı. Plato, Cumhuriyet adlı yapıtında, kötü bir şekilde gebe kalman bebeklerin doğmaması gerektiğini ve doğdukları takdirde anne babaların bunlardan kurtulması gerektiğini yazmıştır. Aristo da kusurlu çocukların ortaya çıkarılması ve ölüme terk edilmesi gerektiği görüşünü taşıyordu.
Bununla birlikte eski dünyada kürtajın onaylanması ya da hoş görülmesi evrensel bir şey değildi. Hipokrat, doktorlar için hazırladığı yeminde şu ifadeye yer vermişti: “Kadınlara kürtaj için düşük ilacı vermeyeceğim.” İ.Ö. 1728 yılında yürürlüğe konan Hamurabi yasası kürtaja karşı hükümlere yer veriyordu. İ.Ö. on ikinci yüzyılda Asur kralı Tiglat-Pileser 1’in yasaları da bu uygulamaya karşı hükümler içeriyordu. Birinci yüzyılda yaşamış Yahudi filozof İskenderiyeli Filo, çocukların öldürülmesi ve terk edilmesiyle birlikte kürtajı kınamıştır.
Hıristiyanlığın ilk döneminde Hıristiyanlar, Roma dünyasında yaygın olan kürtaja kararlı bir şekilde karşı çıkmışlardır. Didaşe ya da “On İki Öğrencinin Öğretişleri,” birinci ya da ikinci yüzyıla ait, Hıristiyan ahlakı ve kilise ilişkileri ile ilgili el kitabında şöyle yazıyordu, “Öldürmeyeceksin…kürtaj yapmayacak, çocuk öldürmeyeceksin” (2.2). Buna çok benzer şekilde, Barnaba’nın mektubu da, “Kürtaj yapmayacaksın, çocuk öldürmeyeceksin” (19.5) diyordu.
İkinci yüzyılda Hıristiyan savunucusu Atenagoras şöyle yazmıştı, “Kürtaj yapanların katil olduğunu ve kürtajları ve insan öldürmeleri için Tanrı huzurunda hesap vereceklerini söylerken nasıl adam öldürebilirim. Çünkü rahimdeki fetüs, hayvan değildir ve varoluşu dahi Tanrı’nın sağlayışıdır.”
İkinci yüzyıla yakın bir dönemde Hıristiyanlığa geçen Kartacalı Tertulyan, Hıristiyanların çocuk öldürdüğüne ilişkin putperestlerin iddialarını çürütmüştür. Tertulyan, bu iddiaların saçma olduğunu, “nitekim bizim için adam öldürmek yasaktır, kan insana dönüşürken, rahimdeki yok etmek yasaya aykırıdır. Doğmayı engellemek ölümü hızlandırmaktır. Aynı şekilde, doğmuş bir canı almakla doğacak olanı yok etmek arasında bir fark yoktur. İnsan olacak olan insandır tıpkı meyvenin tohumda olması gibi.”
Dördüncü yüzyılda, Hıristiyanların kürtajı kınaması kanon yasasına girmiştir. 314 yılında Ankara kurulunda, Suriye ve Anadolu’daki piskoposların toplantısında “oluşmuş olanı öldüren ve bunu düşüğe yol açan yollarla yapan” kadınları reddetmiştir.
Batıdaki kilise babaları arasında en etkili olan Augustine de kürtajı kesin ifadelerle kınamıştır. Çocuk sahibi olmaktan kaçman evliler için şöyle demiştir, “Bazen bu şehvetli gaddarlık ya da gaddar şehvet şu noktaya geliyor, kısırlaştırma zehirleri kullanıyor ve bunlar işe yaramazsa bir şekilde fetüsü rahimde yok ediyorlar. Soylarının yaşamadan ölmesini tercih ediyorlar ya da rahimde yaşıyorsa doğmadansa ölmesini tercih ediyorlar.”
Anglo-Sakson yasalarında kürtajın yasaklanması Orta Çağa dayanmaktadır. On üçüncü yüzyılın ortasında Exeter Katedrali rektörü ve Mahkeme yargıcı Henry De Bracton şöyle demişti, “Bir kadına vurarak ya da zehir vererek, oluşmuş fetüsün ya da canlı fetüsün, özellikle de canlı ise, düşmesine yol açan kişi adam öldürmüş sayılır.” De Brancton’un ifadesi o günlerde genel olarak kabul gören Aristocu görüşü yansıtmaktadır. Bu görüşe göre, “mantıklı can,” erkekte kırk gün, kadında ise seksen gün gebelik süresi sonunda aşılanır.
1803’te, Britanya ceza yasasının genel olarak gözden geçirilmesinin bir parçası olarak kürtaj, “canlanmanın”, yani annenin rahimde ilk hareketi hissetmesinden hem önce hem de sonra yasaklanmıştır. Britanya’daki reform Amerika Birleşik Devletleri’nden benzer bir yasanın çıkması için örnek alınmıştır. 1859’dan yüzyılın sonuna kadar Amerikan Tıp Demeği, hamileliğin devam halinde annenin yaşamının tehlikeye girmesi durumları dışında kürtajı yasaklamak için etkin bir kampanya yapmıştır. Kürtajı sınırlama kaygısı, insan embriyosuyla ilgili olarak yeni bilimsel keşifler yapılmasıyla hız kazanmıştı. Bu gelişmeler gebe kalınması anından itibaren yeni bir insanın var olmaya başladığını açıkça ortaya koyuyordu.
1967’ye kadar çoğu eyalette, annenin yaşamının tehlikeye girdiği durumlar dışında, kürtaj yasaktı. 1967-1969 yılları arasında on bir eyalet, “iyileştirmeye yönelik” kürtaj koşullarını, çocuk sayısı ve parasal gereksinim gibi sosyal koşulları kapsayacak şekilde genişletmiştir.
22 Ocak, 1973’te Üst Mahkeme, Roe – Wade davasında, yasal durumu dramatik bir şekilde değiştirip Birleşik Devletler’de fiili olarak istek üzerine kürtajı getirmiştir. Bu kararda, hâkimler 7-2’lik bir çoğunlukla, hamileliğin birinci üç ayı içinde devletin kürtajı düzenleyemeyeceğine, bu kararı kadına ve doktoruna bırakması gerektiğine karar vermiştir; devletin, hamileliğin ikinci üç aylık döneminde kürtaj konusunu düzenlemeyi seçebileceğini fakat bunun ancak kadının sağlığını korumakla mantıklı bir ilişkisi olduğu durumlarla sınırlı olduğunu ve üçüncü üç aylık dönemde, potansiyel insan yaşamını korumak, amacıyla devlet kürtaj konusunu düzenleyebilir ya da yasaklayabilir, yine kadının sağlığını ya da yaşamının korunmasını gerektiren durumlar bunun dışındadır. Mahkeme, “sağlığı,” sosyal ve psikolojik ve tıbbi koşullar da dâhil olmak üzere, çok geniş bir şekilde tanımlayarak, doğum anma dek kürtaja izin vermiştir- kadın istiyorsa ve doktor kabul ediyorsa.
1 Temmuz, 1976’da mahkeme bir adım daha ileri giderek Mizuri Planlanmış Ebeveynlik ve Danforth davasında, devletin kürtaj durumunda, üçüncü bir tarafın rızasını gerekli kılamayacağına karar vermişti. Ne anne babalar, henüz reşit olmamış kızlarının kürtaj kararını, ne de gebeliğe katkıda bulunan babalar çocuklarının kürtaj edilmesini “veto” etme hakkına sahipti. Mahkeme, bu tür anlaşmazlık durumlarında kadının arzusunun üstün gelmesine karar verdi. Bu karar da, önceki Roe-Wade kararında olduğu gibi büyük eleştiri aldı. Yaşam taraftarı ve aile taraftarı gruplar, mahkemeyi anne babaların çocukları üzerindeki yetkilerini sınırlamakla ve babaların henüz doğmamış çocuklarının yaşamlarını koruma hakkını göz ardı etmekle suçladılar.
30 Haziran, 1980’de, mahkeme 5-4 çoğunlukla Haris-McRae davasında Kongre’nin ve eyaletlerin “tıbbi olarak gerekli” kürtajlar için mali kaynakta kesinti yapabileceklerine karar verdi. Eylül 1976’da Kongre, “Hyde Değişikliği” olarak bilinen ve çeşitli versiyonlarında kürtaj için federal mali desteğe sınırlamalar getiren kararı geçirdi. Mahkeme aynı zamanda Hyde Değişikliğinin “din kuruluşu” anlamına gelmediğine de karar vermiştir. Eleştirenler, bu değişikliğin belli bir dini görüşünü. Roma Katolik Kilisesi’nin görüşünü, yansıttığını iddia etmişlerdi. Mahkeme, “Yahudi-Hıristiyan dinlerinin hırsızlığa karşı çıkması, Devlet ya da Federal Hükümetin, Kuruluş yasasıyla ilgili olarak hırsızlığa karşı yasalar koyamayacağı anlamına gelmez.” Mahkeme ayrıca, Hyde Değişikliğinin, henüz doğmamış çocuğun potansiyel yaşamını korumakla ilgili “haklı hükümet hedefiyle” de uyum içinde olduğuna işaret etti.
15 Haziran, 1983’te mahkeme, kürtaja sınırlama getirmeyi amaçlayan bir dizi yerel kuruluşa darbe vurdu. Akron Kenti-Akron Üreme Sağlığı Merkezi davasında, 6-3 çoğunlukla Akron kentinin, kürtajdan önce 24 saatlik bir bekleme süresini zorunlu kılmasını, doktorun kadına fetüsün ” insan yaşamının gebe kalman andan itibaren başladığını” ve kürtajın kötü fiziksel ve duygusal sonuçlar doğurabileceğini söylemesini zorunlu kılmasını, Anayasa’ya aykırı bulmuştu. Akron davasındaki çoğunluk, on yıl önce Roe-Wade davasında bildirilen sınırsız kürtaj politikasını onaylamıştır.
Bununla birlikte. Yargıç Sandra O’Connor, sorunu derinlemesine ele alan görüş ayrılığı açıklamasında, Akron davası için temel oluşturan Roe kararındaki yasal gerekçedeki temel eksikliklere dikkat çekmiştir. “Roe’da, mahkeme devletin potansiyel yaşamı korumak konusunda önemli ve yasal bir çıkarı olduğunu kabul ederken,” diyordu O’Connor, “bu çıkar fetüs, yaşamını sürdürebilir duruma gelene kadar zorunlu hale gelemiyordu. Bu analizdeki zorluk açıktır: Potansiyel yaşam, hamileliğin ilk haftalarında, sürdürülebilir olduğu ya da sonrasında olduğundan daha az potansiyel değildir.”
1992’de, Planlanmış Ebeveynlik-Casey davasında Üst Mahkeme, Pensilvanya yasalarınca gerekli görülen bilgi sahibi rıza, 24 saatlik bekleme süresi ve reşit olmayanlar için anne babanın rızası koşullarını devam ettirmiştir. Yaşam taraftarları hayal kırıklığına uğrasa da, 5-4 çoğunluk kararıyla mahkeme Roe-Wade davasının merkezi görüşünü olduğunu gibi korumuştur, “yaşamın sürdürülebilir olmasından önce kadının kürtaj yaptırmayı ve devletin uygunsuz müdahalesi olmadan bunu yaptırabilme hakkının Anayasa’ya uygun olduğunu ifade etmiştir.
Tıbbi Görüş
Amerika Birleşik Devletleri’nde kürtaj için kullanılan en yaygın yöntemler vakumla kürtaj, açılma ve kürtaj, açılma ve çıkarma, çocuğun ameliyatla alınması, prostaglandin, ve hipertonik salindir. 1967’den beri vakumla kürtaj, ilk üç aylık dönemde yapılan kürtaj için kullanılan yaygın bir yöntem halini almıştır. Bu teknikte, rahim boynu açılır ve dölyatağına bir vakum yerleştirilir, bu alet doğmamış çocuğun bedenini parçalara ayırır ve emer. Daha sonra doktor veya hemşire bir büyüteç ya da mikroskop yardımıyla vücut parçalarını inceler ve rahmin içindeki bütün parçaların çıktığından emin olur.
Daha geleneksel bir jinekolojik teknik olan açılma ve kürtajda (A & K), gelişen bebeğin vücudu keskin bir küret yardımıyla parçalanır ve dölyatağı duvarı kazınır. Genelde, bu yöntem çok daha acı vericidir, rahim ağzının daha fazla açılmasını gerektirir ve daha fazla kan kaybına neden olur.
Açılma ve çıkarma, geleneksel A&K ve vakum tekniğinin unsurlarını birleştirir. Gebeliğin on üçüncü ve on altıncı aylarında yapılan kürtajlarda kullanılır. Bazı kürtaj yanlıları, gebeliğin 20. ve sonraki haftalarında da kullanmışlardır. Gebeliğin ikinci üç aylık döneminde doğmamış çocuğun iskeleti ve kafatası daha fazla gelişmiştir ve bu nedenle, kürtajı gerçekleştiren doktor, emme aletini çalıştırmadan önce çocuğun kemiklerini ve kafatasım ezen özel aletler kullanmak zorundadır.
Çocuğun ameliyatla alınması, küçük çapta bir sezaryendir. Karın duvarına bir kesik açılır ve doğmamış çocuk çıkartılır ve hala yaşıyorsa çocuk ölmesi için bırakılır. “Bu işlemin korkunçluğu ve ölüm oranı, kullanımını büyük ölçüde sınırlamıştır” diyor Emory Tıp Fakültesi’nden Dr. Robet Hatcher.
Prostagalnadin diye bilinen kimyasal maddeler bazen ikinci üç aylık dönemde yapılan kürtajlarda kullanılmaktadır. Bu kimyasallar, uzun bir iğneyle amniyotik keseye enjekte edilir ve erken doğum sancıları başlatılır. Prostagalnatin kürtajlarında, mide ve bağırsaklarla ilgili rahatsızlıklar ve bunlar ilişkili rahim boynu yırtılmaları olma olasılığı daha yüksektir. Bu teknik kullanıldığında, zaman zaman istendiği gibi ölü bebek yerine canlı bebek doğumuyla karşılaşılmış ve bu durum “kötü” bir sürpriz olmuştur.
İkinci üç aylık dönemde yapılan kürtajlar, amniyotik keseye bir tuz solüsyonu enjekte edilerek (tuz zehirlenmesi kürtajı) gerçekleştirilir. Bebek, tuzlu solüsyonu soluk alır ve zehirlenir. Derinin üst katmanı yanar ve bu yöntem beyin kanamalarına yol açabilir. Kadının doğum sancıları başlar ve yaklaşık bir gün sonra ölü, büzüşmüş bir bebek dünyaya getirir. Bazıları, bu yöntemi napalm savaş kurbanları üzerindeki etkisine benzetmiştir.
Amerika Birleşik Devletleri’nde gerçekleştirilen kürtajların çoğunluğu, tıbbi gerekçelerle değil- annenin yaşam ve sağlığını korumak için değil- temel olarak sosyal nedenlerle gerçekleştirilmektedir: Hamileliğin evlilik dışında gerçekleşmesi, doğum kontrolünün başarısız olması, ekonomik kaygılar, kişisel rahatlık ve yaşam biçimi, vs. 1973’te Üst Mahkeme’nin aldığı kürtaj kararlarından önce dahi sadece tıbbi nedenlerle gerçekleştirilen kürtajların sayısında giderek büyük bir azalma vardı. Yaygın olarak kullanılan bir tıp kitabı olan Williams Obstetrics (Williams Doğum Doktoru) yazarları Dr. Louis Heliman ve Dr. Jack Pritchard, “geleneksel belirtilerin (kalp hastalığı, yüksek tansiyon, akciğer veremi ve aşırı kusma) sayısında keskin bir azalma nedeniyle, bunlar nedeniyle gerçekleştirilen ameliyatların sayısı son yirmi yılda büyük düşüş göstermiştir. Bunun sonucunda, fiziksel belirtiler doğrultusunda hamileliğe son verilmesi nadiren görülen vakıalar haline gelmiştir.” Kalp hastalıkları ya da verem gibi, önceleri hamileliğin devamını tehlikeli hale getirebilecek durumlar artık genel olarak hem annenin hem de gelişen çocuğun yaşamını korumak üzere düzenlenebiliyor.
Kürtajın tıbbi yönleri incelendiğinde, doğum öncesi gelişime bakılması da vazgeçilmezdir. Tıp konusunda sahip olduğumuz bilgi artıkça, ne zaman kürtaj yapılsa, çok özel bir düzene sahip bir insan yaşamının yok edildiğini açıkça görebiliyoruz. Gebe kalındıktan on sekiz- yirmi beş gün sonra bebeğin kalbi atmaya başlar. Sekiz haftalıkken, beyin dalgaları fark edilebilir ve parmak izleri oluşur. Dokuzuncu ve onuncu haftalarda, tiroit ve adrenalin bezleri çalışır ve çocuk gözlerini kısıp, yutkunabilir ve dilini hareket ettirebilir. On ikinci ve on üçüncü haftalarda, çocuk başparmağını emebilir ve iğneyle dokunulduğunda acı hissedip sıçrayabilir. Dördüncü ayda, doğmamış çocuk 20 cm. civarında bir uzunluğa sahip oluyor. Bütün bu değişiklikler, annenin rahim içindeki hareketleri hissetmeye başladığı, beşinci aydan önce oluyor. “Canlanma” anı, yaşamın ilk habercisi değildir; gebelik anından itibaren yaşayan bir insan vardır.
1970’lerden itibaren, kürtajla ilgili tartışmaların arttığı yıllarda, California Medicine (Kaliforniya Tıp) dergisi editörleri, “aslında herkesin bildiği fakat göz ardı ettiği bilimsel gerçek, yani insan yaşamının gebelik anından itibaren başladığı ve gerek rahim içinde gerekse rahim dışında devam ettiğidir” diyerek önemli bir noktaya işaret etmişlerdir. O zamanlar sınırlayıcı olan kürtaj yasalarında değişim yanlıları, genel olarak doğmamış olanın insanlığı konusunda fizyolojik kanıtları tartışma eğiliminde değillerdi.
Son yıllarda, yeni ortaya çıkan fetüs-bilim ve doğum öncesi psikoloji alanlarında yapılan çalışmaları, tıp toplumunun doğmamış çocuğun kendi başına bir hasta olduğu görüşünü keskinleştirmiştir. UCLA’da emzirme konusunda uzman Doçent Susan M. Ludington’a göre pek çok araştırma doğmamış çocuk, annenin kamına yöneltilen çeşitli renklerde ışığa ve farklı tipteki müziklere karşılık verir (görüşüne göre Hard Rock rahatlatıcı değil, Vivaldi ise rahatlatıcıdır). Ludington şöyle diyebilir, “17 ve 24 hafta gebelik yaşında bütün sistemlerin çalıştığını biliyoruz. Bebek tepki verir ve ilk öğrenme başlayabilir.”
17 Şubat 1983’te, New England Journal of Medicine (New England Tıp Güncesi) dergisinde. Dr. John Fletcher ve Dr. Mark Evans’ın yayınladığı bir makalede, birinci üç aylık dönemde ve ikinci üç aylık dönemin başında doğmamış çocuklarının ultrason resimlerini gören kadınların, bunun sonucunda çocuklarına önemli bir bağlılık duyduklarını bildirmişlerdir. Fletcher ve Evans, çalışmalarından önce böyle bir bağlılığın ancak gebeliğin son dönemlerinde, “canlanma” olduktan sonra gerçekleşebileceğine inanıyorlardı. Doğmamış çocuğun bedensel hareketlerini anne babaya ve doktora çok daha iyi bir şekilde gösteren ultrason tekniklerindeki gelişmelerin, doğmamış çocuğun algılanışı- belirgin bir ifadeyle söylememiz gerekirse, “insan” ya da “kişi” olarak görülmesi- konusunda büyük olasılıkla güçlü bir etkisi olacaktır. Fletcher ve Evans, ultrason teknolojisi sayesinde , “…önceleri sadece şairlerin ve annelerin fetüsle ilgili düşlerinde yankılanan insan varoluşunun yeni bir dönemi, ‘doğum öncesi’ dönem, bundan sonrakiler için, çocukluk döneminin bizler için gerçek bir dönem olması gibi gerçek bir dönem olacaktır” diyorlar.
Rahim içinde gerçekleştirilen çeşitli ameliyatların gelişimiyle, “hasta olarak doğmamış çocuk” kavramı ortaya çıkmakta olan bir tıp gerçeği haline gelmiştir. 1982’de doğan genç Paul Bennett, annesinin rahminde henüz beş aylıkken beyninde su toplanması teşhisi konmuştu. Kolorado Üniversitesi Sağlık Bilimleri Merkezi’ndeki cerrahlar, Paul’u yaşam boyu sürecek ağır bir kusurdan kurtaracak incelikli bir rahim içi ameliyat gerçekleştirdiler. Bu ameliyat sırasında, annesinin rahmindeyken kafatası içine küçücük bir makas konuldu. Bu gibi ameliyatlar, doktorların gebe bir kadınla karşı karşıya olduklarında aslında iki hastayla karşı karşıya olduklarını göstermektedir. Bazı doğmamış çocukların doğuştan gelen kusurlarının onarılması için gösterilen kahramanca çabalarıyla, benzer kusurlar nedeniyle, bazen aynı hastanede, kürtaj edilmelerinin aynı anda gerçekleşiyor olması, bugün Amerika Birleşik Devletleri’nde kürtaj konusunda derin bir ahlaksal ve yasal şizofren olduğuna işaret etmektedir.
Kürtajın, güvenli oluşu konusunda tıp toplumu içinde önemli uyuşmazlıklar vardır. Journal of American Medical Assoclation’da (Amerikan Tıp Demeği Dergisi) yayınlanan ve 1972-78 yılları arasında gerçekleştirilen kürtajların incelenmesine dayalı bir çalışmada, kadınların doğal doğum sırasında ölme olasılıklarının yasal kürtaj sırasında ölme olasılıklarından yedi kat fazla olduğu sonucuna varılmıştır. Çalışma, yasal kürtajda ölüm tehlikesinin 1/100.000 olduğunu göstermiştir. Bu gibi çalışmalar “kürtaj, doğal doğumdan yedi kat daha güvenlidir” iddiasını desteklemek için aktarılmaktadır.
Ne var ki, başka araştırmacılar, yasal kürtajın güvenliği konusundaki bu iddiaların geçerliliğini sorgulamışlardır. Creighton Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim görevlisi Dr. Thomas W. Hilgers, doğum ve kürtaj sırasında ölümü karşılaştıran istatistiklerin aslında karşılaştırılabilir miktarlarda olmadıklarını iddia etmiştir. Kürtaj nedeniyle ölüm, suni sancıyla yapılan kürtajlarda her 100.000 vakıada rastlanan anne ölümünü dikkate alır. Fakat Hilgers, annelik ölümlerinin, “(a) gebeliğin tüm süresinde meydana gelen, (b) doğum sırasında meydana gelen ve (c) doğumdan sonra üç ile altı ay arasında meydana gelen ölümleri” kapsadığına işaret ediyor. Çoğu kürtaj, gebeliğin ilk on üç haftasından gerçekleşir; “çocuk doğumuyla” bağlantılı anne ölümleriyle ilgili istatistikler ise gebeliğin tüm süresini ve hatta bundan sonrasını kapsar. Sonuç olarak, aktarılan oranlar genelde kürtajın göreceli olarak güvenli oluşunu göstermek amacıyla çarpıtılmıştır. Gerçekten karşılaştırılabilir olan koşullar ve zaman dönemleri hesaba katıldığında, Dr. Hilgers’a göre, doğal gebeliğin aslında hem hamileliğin birinci hem de ikinci yirmi haftalık dönemlerinde gerçekleştirilen kürtajdan daha güvenli olduğu görülecektir.
Kürtajın ölümle sonuçlanmayan komplikasyonlarıyla ilgili olarak da önemli görüş ayrılıkları vardır. Bu tür komplikasyonlar, enfeksiyon, kanama, kan pıhtılaşması, rahim ağzının yırtılması, rahmin kazayla delinmesi gibi hemen gerçekleşen ve uzun dönemde gebe kalma kapasitesi üzerinde etkiler olarak sıralanabilir.
Genel olarak kısa dönemli komplikasyonların yasal kürtaj vakalarının yüzde 3-6’sında göründüğü iddia edilir. Çoğu kürtaj kliniği hastalarıyla ilgili izleme kayıtları tutmadıkları için ciddi kürtaj komplikasyonlarının gerçek sayılarından daha az bildiriliyor olması büyük olasılıktır.
Şikago Sun-Times gazetesinde çalışan iki araştırmacı gazeteci, Pamela Zekman ve Pamela Warrick, 1978’de, Şikago’daki kürtaj klinikleriyle ilgili beş ay süren bir inceleme yaptılar. Araştırmaları sonucunda, bazı kürtaj kliniklerinin, hastalarının sağlığı ve güvenliğinden çok para kazanma amacı güden ve montaj hattı gibi çalışan yerler olduklarını keşfettiler. Bazı kürtajlar, gebe bile olmayan kadınlar üzerinde gerçekleştiriliyordu. Water Tower Üreme Merkezi’ndeki bir doktor bir kürtajdan diğerine giderken ellerini yıkamıyor veya steril eldiven bile takmıyordu. Diğer doktorlar, dölyatağını ya da vajinayı deliyorlardı; kayıt tutma işlemleri kalitesizdi; laboratuvar testleri kayboluyor ya da karıştırılıyordu. Zekman şu sonuca varmıştı: “Üst Mahkeme 1973’te kürtajı yasallaştırdı. Görünen o ki, asıl yasallaştırılan, Şikago’daki bazı kliniklerde yüksek kar getirişi olan ve arka odalarda gerçekleştirilen son derece tehlikeli kürtajdır.”
Kürtaj yanlıları için, kürtaj sonrası hemen ortaya çıkan en korkulan “komplikasyonlardan” biri canlı doğumdur: Kürtaj işleminden sonra hayatta kalmayı başaran bir bebek. Bu gibi canlı doğumlar, daha çok ikinci üç aylık dönemde yapılan kürtajlarda, özellikle de prostaglandin enjekte edilerek gerçekleştirilenlerde yaygın olarak görülmektedir. Prostaglandinler, başlangıçta, şaline zehirlenmesinden daha güvenli bir seçenek olduğu için doktorlar tarafından büyük bir istekle karşılanmıştı. Fakat daha sonra, çoğu vakada ishal ve kusmaya neden oldukları görülmüştür. Prostaglandinle yapılan kürtajlarda, her 100 kürtajda 7-9 tanesi canlı doğumla sonuçlanmıştır. Bu oran sahnede olduğundan 30 kat daha fazladır.
Dr. Winlam B. Waddill, 1977’de, Orange County, Kaliforniya’da 18 yaşında bir kızda tuz-zehirlenmesi yoluyla kürtaj yapmıştı. Bebek canlı doğmuş ve Dr. Waddiirin sonraki tanıklığına göre kendisi çalışanlara bir şey yapmamalarını, bebeği ölmesi için bırakmalarını söylemişti. Dr. Waddill hastaneye gittiğinde çocuk doktorlarından biri Waddiiri 2.5 pound ağırlığındaki kız bebeği boğarken gördüğüne tanıklık etmişti. Dr. Ronald Comelson, “Elini bebeğin boynuna koyduğunu ve aşağı bastırdığını gördüm,” diye ifade verdi. Comelson, Waddiirin bebeğe potasyum klorür enjekte etmeyi ya da lavaboyu suyla doldump bebeği boğmayı önerdiğini iddia etti. Waddill iki ayrı cinayet davasında da Comelson’un hikâyesini inkar etmiş ve her iki davada da jüri bir sonuca varamamıştır.
Son yıllarda tıp kurumlarında araştırmalar, kürtajın uzun dönemde ortaya çıkan etkilerine yönelmiştir, özellikle de daha sonra gebe kalma kapasitesiyle ilgili olarak. Tıp dergilerinde, birbiriyle çelişen sonuçlar görülmüştür. 1970-75 yılları arasında gerçekleşen kürtajları temel alan bir İsveç araştırması, vakum kürtajı olan kadınlar ve daha sonra başarısız gebelik arasında önemli bir bağ bulmamıştır. Havai’de 1970-74 yılları arasında kürtaj yaptıran kadınlar ve daha sonraki gebeliklerinde düşük ya da dış gebelik vakaları arasında önemli bir bağlantı bulunmamıştır. 1979 yılında New England Journal of Medicine’de (New England Tıp Dergisi) yayınlanan bir çalışma kürtaj olduktan sonra gerçekleşen gebeliklerde düşük riskinin 1973’ten beri düştüğünü göstermektedir.
Bununla birlikte, hem Birleşik Devletler’de hem de başka ülkelerde yapılan başka araştırmalar, yasal kürtajın, sonraki gebelikler üzerinde önemli olumsuz etkilere neden olduğunu bildirmiştir. 1981’de, American Journal of Obstetrics and Gynecology’(Amerikan Doğum ve Jinekoloji Dergisi) yayınlanan bir çalışma, geçmişinde kürtaj yaptırmış kadınların daha sonraki gebeliklerinin başarısızlıkla sonuçlanmasında- dış gebelik, düşük ve fetüs ya da yeni-doğan ölümleri- az ama önemli bir artış olduğunu bulmuştur. Danimarka’da yapılan bir çalışmayı aktaran Profesör Erik B. Obel, “gebeliğin 28 haftasından önce kanama ve plasentanın ya da plasenta dokusunun tutulması, yasal kürtajdan sonra, yaş, denklik (daha önce doğan çocukların sayısı) ve sosyo-ekonomik konum açılarından uyum sağlayan kontrollü bir gruptan daha çok oluşmuştur.”
Norveç’te yasal kürtajlardan sonradan ortaya çıkan gebeliklerle ilgili araştırma yapan Profesör Knut Dalaker ve arkadaşları, düşük, rahim ağzı yetersizliği, zamanından önce gelişme ve dış gebelik gibi komplikasyonların oranının daha yüksek olduğunu bulmuşlardır. “Daha önce gebe kalmamış olanlar arasında komplikasyon oranı %25.5’ken, kontrolde olanların oranı %13.2’ydi.” Bu çalışma, özellikle yirmi yaş önceki genç kızların canlı bir doğum yapmadan önce kürtaj olmaları halinde, gelecekteki gebelikleri açısından özellikle risk altında olduklarını gösteriyor olabilir.
Atina Tıp Fakültesi’ndeki araştırmacılar, kürtajın ikincil kısırlık riskini önemli bir oranda arttırdığı ve Yunanistan’daki ikincil kısırlık vakalarının %45’inin daha önce gerçekleşmiş suni sancı kürtajlarına bağlanabileceği sonucuna varmışlardır. Atina’daki İskenderiye Gebelik Hastanesi’nde yapılan ve iki yıl içinde doğuma alman 13.242 kadını kapsayan bir başka Yunan araştırması, önceden kendi kendine ya da suni sancılarla gerçekleştirilen kürtaj yaptırmış kadınlarda ölü doğumların ve zamanından önce doğumların yüzdesinin kontrollü gruptakinin iki katı olduğunu ortaya çıkarmıştır.
İsrail’de yapılan bir çalışmada, Kudüs’te, hamilelikleri sırasında 11.057 kadınla görüşme yapılmıştır. Araştırmacılar, bir ya da daha fazla suni sancıyla gerçekleştirilmiş kürtaj olduğunu bildiren 752 kadının, sonraki gebeliklerinin ilk üç ayı içinde daha fazla kanama yaşadıklarını bildirme, doğum sırasında komplikasyon yaşama ve plasentanın elle çıkarılmasına ihtiyaç duyma şanslarının daha fazla olduğunu bulmuştur. Düşük doğum kilosu ve doğum kusuru konularında da önemli artışlar bulunmuştur.
Kürtajın güvenli oluşunu savunana bazı kişiler, yabancı ülkelerden alman rakamların güvenilir olamayacağını çünkü bu ülkelerde tıbbi standartların daha düşük olabileceğini söylemişlerdir. Bu sav, özellikle de İskandinav ve İsrail tıp uygulamaları düşünüldüğünde ikna edici olmaktan uzaktır. Ayrıca, kürtajdan sonra gebelikte ortaya çıkan aynı sorunlar Amerikan araştırmalarında da bildirilmiştir.
Boston tıp bilim adamları tarafından yapılan bir araştırma, iki ya da daha fazla kürtaj yaptıran kadınların sonraki gebeliklerinin ilk üç aylık döneminde düşük yapma risklerinin üç kat daha fazla olduğunu göstermiştir. Artan riskin, 1973’ten beri kürtaj yaptıran kadınlar için geçerli olduğu ve kürtaj yönteminin bir fark yaratmadığı bulunmuştur.
Nashville’deki Vanderbilt Üniversite Hastanesi’ndeki Dr. Jeffrey Barret ve arkadaşları, 1972-74 ve 1979-80 yılları arasında kürtaj yaptırmış olan kadınları kapsayan bir araştırma yaptırmıştır. Birinci üç aylık dönemde kürtaj yaptıranlar, placenta previa diye bilinen, plasentanın rahimde anormal bir yere yerleşmesi gibi bir komplikasyonda, yedi-on beş kat artış görülmüştür. Barret, “Birleşik Devletlerde birinci üç aylık dönemde gerçekleşen kürtajların sayısının büyüklüğü düşünüldüğünde bu tür bağlantıların potansiyel sonuçları açıktır” diyor. Dr. Barret, kürtaj sırasında, endomerrium (rahmin iç duvarını kaplayan sümüğümsü ince zar) rahmin şiddetli bir şekilde kazınması ve emme işlemiyle birlikte plasentanın anormal bir yere yerleşmesi olasılığını artırmaktadır.
Dr. M.C. Pike ve arkadaşları, genç kadınlarda kürtaj ve meme kanseri arasındaki olası ilişki üzerinde çalışmışlardır. Çalışmaları, Los Angeles County’de meme kanserine yakalanan 163 genç kadının, 33 yaş ve altı, deneyimleri üzerine kurulmuştur. İlk tam süre gebelikten önce birinci üç aylık dönemde kürtaj yaptırmanın meme kanseri riskini önemli oranda arttırdığı yönünde kanıt bulunmuştur. Bağlantının doğası açık olmasa da elde edilen bilgiler bu ikisi arasında bir bağlantı olduğuna işaret ediyordu.
Kürtajın uzun dönemde ortaya çıkan komplikasyonları ile ilgili tartışmalar önümüzdeki yıllarda devam edeceğe benziyor. Her yıl Birleşik Devletlerde kürtaj yaptıran kadınların sayısının büyüklüğü dikkate alındığında, bunların sadece küçük bir kısmı dahi bu tür komplikasyonlar yaşasalar, bu tür kötü sonuçların sayısı ciddi bir temel tıbbi sorun oluşturmaktadır. Yabancı ülkelerde ve Birleşik Devletlerde yapılmış, önemli sayıda araştırmalar, kürtaj yaptırmayı isteyen kadınların daha sonra başarılı bir gebelik yaşama kapasitelerine zarar veriyor olabilirler.
PSİKOLOJİK BOYUT
İnsan cinselliğini ve üremesini özel ve derin bir noktada etkileyen kürtaj gibi bir olayın önemli psikolojik sonuçları olması kaçınılmazdır. Raporlamanın ve konunun duygusal yönü ağır doğası nedeniyle “kesin bilgi” edinmek zor olmasına karşın, kürtaj yaptıran kadınlar arasında pek çoğunun suç, depresyon ve başka psikolojik çatışmalarla uğraşmak zorunda kaldıklarına ilişkin kanıtlar vardır.
Bazı araştırmalar, kürtajın, olsa olsa pek az psikolojik etkisi olduğuna işaret etmektedir. 1963’te Kramer, Los Angeles’ta 32 psikiyatristle ilgili araştırma yaptı ve 12 yıllık çalışma süresi boyunca doktorların %75’inin kürtajdan kaynaklanan ciddi bir psikolojik komplikasyonla karşılaşmadıklarını görmüştü. Ewing ve Rouse 1973’te 126 kadını kapsayan araştırmalarında şu sonuca vardılar, “büyük psikiyatrik hastalıkları olmayan kadınlar bu işlemden sorun yaşamadan geçebilirler.”
Ne var ki, bu tür sonuçların geçerliliği sorgulanmıştır. Dr. Richard Maddock ve Dr. Ray Sexton önemli çalışmalarında, anket ve incelemelerin bastırılmış duygusal çatışmaları ortaya çıkarmak için yeterli olmayacağına işaret etmişlerdir. “Bu hastalarda savunma özellikle çok güçlüdür çünkü olay son derece özel ve duygusal açıdan yoğundur” diye belirtmişlerdi. Maddock ve Sexton klinik deneyimlerinde, 37 yıl sonra bile doğrudan kürtajla ilgili belirtilerin yüzeye çıktığını görmüşlerdir.
Milwaukee’de, 24 saat süreyle danışmanlık hizmeti veren Hamilelik Sonrası Yardım Hattı’nda çalışanlar. Kasım 1976’yla Ekim 1978 arasında 95 adet kürtaj sonrası telefon aldılar. Kadınların elli sekizi kürtajları ve sıkıntıları arasında doğrudan bir bağlantı olduğunu ifade ettiler. Bu gruptakiler, suçluluk, endişe, depresyon, kayıp hissi, pişmanlık ve kendileriyle ilgili imgelerinin kötüleştiğini hissettiklerini söylediler. En yaygın tepki suçluluktu. Bazıları, “bir bebek öldürdüklerini” ya da “iyi bir annenin yapacağını yapmadıklarını” söylediler. Arayanlardan biri 25 yıl önce yaptırdığı kürtaj nedeniyle kendini suçlu hissettiğini söyledi. Bir kadın, kürtajdan hemen sonra gebe kalmak istiyordu ama şöyle dedi, “Bir daha asla çocuk sahibi olmamalıyım çünkü bu kürtajı ortadan kaldırmamın bir yolu yok.”
Kürtaj olan kadınların kocaları ve erkek arkadaşları da, her ne kadar bunların görüşleri tartışmalarda göz ardı edilse de, kürtajdan etkilenirler. Drextel Üniversitesi’nde Sosyoloji profesörü olan Dr. Arthur Shostak bir şekilde kürtaj işleminin bir parçası olan yüzlerce erkekle görüşme yapmıştı. “Bu olayı sadece karılarının ya da kız arkadaşlarının olduğu bir ameliyat olarak görmüyorlar” diyor Shostak. “Bunu her zaman bu şekilde ifade etmeseler de babalık şanslarını kaybetmeleri olarak görüyorlar.” Bir görüşme sırasında, Shostak “fetüs” sözcüğünü kullandı ve adamın gözleri yaşlarla dolu ve “Sözünü ettiğimiz bir fetüs değil. Benim oğlum. Şimdi üç yaşında olacaktı” dedi.
Kürtaj, doktorları ve hemşireleri de psikolojik olarak etkilemektedir. Kürtaj sırasında insan yaşamına son vermek tıp mesleğinin iyileştirme ve yaşamı koruma idealleriyle büyük bir gerilim içindedir. Etkisi hem kürtajı gerçekleştiren doktorlar hem de genelde bebeğin parçalanmış bedenini inceleyip kürtajdan sonra rahimde parça kalmadığından emin olmak durumunda kalan hemşireler üzerinde hissedilmektedir.
Bir zamanlar New York’da, günde yaklaşık yüz kürtaj gerçekleştiren bir kürtaj kliniğinin direktörü olan Dr. Bemard Nathanson, tıbbi kanıtlar nedeniyle doğmamış çocuğun insanlığı konusunda ikna olduğunda kürtaj yanlısı tutumunu değiştirmiştir. Alışılagelmiş hale gelen öldürmenin klinik çalışanları üzerinde etkisini kişisel olarak gözlemleyebiliyordu. Doktorlar, “ameliyathanede kendilerini kaybedebiliyor,” diyordu. “Birinin şiddetli bir şekilde terlediğini ve işlemler arasında birkaç tek attığını anımsıyorum.” Bazı hemşireler depresyonla uğraşıyordu ve doktorlardan birinin eşi, bir partide Nathanson’a kocasının sürekli olarak rüyalarında kan gördüğünden yakınmıştı. “Başka hiçbir tıbbi durumda görmediğim kadar kişilik yapılarının çözüldüğünü görüyordum. Çalışanların çok azı deneyimleri sırasında bütünlüklerini koruyabildiler.”
Kürtajın psikolojik etkisiyle ilgili bütün haberler Nathanson’unki kadar canlı değil kuşkusuz. Bununla birlikte. Birleşik Devletler’de kürtaj uygulamasının devam etmesi milyonlarca yaşama inanılmaz bir suçluluk yükü getirmektedir. Bunun sonuçları yıllarca, on yıllarca çeşitli şekillerde hissedilecektir.
KÜRTAJ VE KUTSAL KİTAP, TEOLOJİ VE AHLAK
Kürtajın ahlaka uygunluğu konusu, başlıca üç görüş çevresinde yoğunlaşmaktadır: İstek üzerine kürtaj, “belirtiler” üzerine kürtaj ve ancak annenin yaşamını korumak amacıyla kürtaj. İstek üzerine kürtaj, kürtajı hemen hemen her durumda ahlaksal açıdan kabul edilebilir bulmaktadır. “Belirtiler” üzerine kürtaj pozisyonu, doğmamış çocuğun yaşamına değer verir fakat annenin yaşamına, gelişen çocuğunkinden daha fazla değer yükler ve annenin tıbbi, sosyal, duygusal ya da ekonomik iyiliğinin gebeliğin devam etmesi halinde tehlikeye gireceği durumlarda kürtajı haklı bulur. “Annenin yaşamı” görüşü ise ancak nadir durumlarda (ör. Dış gebelik ya da rahim kanseri), gebeliğin devamı halinde annenin yaşamının tehlikeye girmesi durumunda kürtajı haklı görür. Hıristiyan çevrelerde, gerçek tartışma “belirtiler” ve “annenin yaşamı” görüşlerinin yanlıları arasındadır.
İstek üzerinde kürtaj, insan yaşamının değeri üzerine laik bir görüşün yansımasıdır. Bu görüşün en önemli temsilcilerinden biri Joseph Fletcher’dır, 1966’da yazdığı Situation Ethics: The New Morality (Duruma göre Ahlak: Yeni Ahlak) adlı kitabıyla tanınır. Daha sonra 1974’te yazdığı, The Ethics of Genetic Control (Genetik Denetim Ahlakı) adlı kitapta Fletcher kürtaj davasını destekleyen savlarını ortaya koyar. Fletcher’a göre tartışmanın kilit noktası, “fetüsün bir kişi olup olmamasıdır.” Fletcher’in ahlaka pragmatik (akılcı) ve duruma bağlı yaklaşımına göre, doğru ve yanlışın belirlenmesi, olayın parçası olan insan için bedel ve yararın hesaplanmasıyla ortaya çıkar. Doğmamış çocuk ahlaksal anlamda bir kişiyi temsil etmiyorsa, kuşkusuz bedel-yarar incelemesinde kadının çıkarı doğrultusunda kürtajın haklı bulunacağı pek çok durum olacaktır.
Fletcher, kişi olmayı, minimum düzeyde insan bilinci ve akılla – Binet LQ ölçüsüne göre en az 20- tanımlıyor. “Kuşkusuz,” diyor, “fetüs, gelişmesinin hangi aşamasında olursa olsun bu testi geçemez.” Fletcher’a göre, doğmamış çocuğun, doğum anında, göbek bağı kesildiğinde, kişi olarak kabul edilmesi en mantıklı yaklaşım olacaktır. Bundan önce doğmamış çocuk kişi değildir ve kürtaj, kadın için istenmeyen sonuçlar, arzulanan sonuçlara üstün gelmesi dışındaki durumlarda her zaman haklı görülebilir. Kısacası, Fletcher için temel ahlaksal ilke, “gebelik istendiğinde sağlıklı bir süreç, istenmediğinde ise bir hastalıktır ilkesidir – aslında zührevi bir hastalıktır. Burada gerçek ahlaksal sorun kürtajın haklı olup olmadığı değil, zorunlu gebeliğin haklı görülüp görülemeyeceğidir.”
İnsanın Tanrı’nın suretinde yaratılmış olması (Yar. 1:26-28) gibi Kutsal Kitap’tan gelen düşüncelerin Fletcher’ın incelemesinde rol almadığı açıktır: Doğmamış çocuğun yaşamına pek az değer verilmekte ya da hiç değer verilmemektedir ve kürtaj hemen hemen kadının istediği her durumda halkı görülmektedir.
Pek az tutucu Protestan, istek üzerine kürtaj görüşünü benimser. Fakat bazıları “belirtiler” üzerine kürtaj görüşünü destekler. Profesör D. Gareth Jones kitabında bu görüşe yer verir, Brave New People: Ethical Issues at the Commencement of Life (Cesur Yeni bir Halk: Yaşamın Başlangıcına ilişkin Ahlaksal Sorunlar). Jones, iyileştirmeye yönelik kürtaj konusunu, özellikle doğmamış çocuğun fiziksel ve genetik kusurları bağlamında ele alıyor. “Söz konusu Down Sendromu ya da Tay-Sachs hastalığı da olsa fetüse belli bir özrün sonuçlarını yüklemek doğru mu?” diye soruyor Jones. “Bu durumda, kürtajın fetüse, ebeveynlere, topluma ya da hiçbirine yararı dokunup dokunmayacağına karar verilmelidir.”
Profesör Jones, iyileştirmeye yönelik kürtajı sorusunun çözümü için kritik noktanın fetüsün durumu konusu olduğuna işaret ediyor. Potansiyellik ilkesine göre, potansiyel bir insan, “henüz kişi olmayan bir varlıktır, fakat normal gelişimi sırasında gerçek bir kişi olacaktır.”
Potansiyellik ilkesi, gelişen embriyonun homo sapiens’in bir üyesi olmasa da, 6 günlük embriyo ile 6 aylık bir fetüs arasında büyük farklılıklar olduğunu kabul eder. 6 günlük embriyoya saygıyla davranılması gerekse de, “kişi olmanın tam niteliklerini” göstermekten çok uzaktır.
Jones şöyle diyor, “Bence potansiyellik ilkesi Hıristiyanlar için bir seçenek olabilir. Fetüsün konumunu yüksek bir yere koyuyor olması, uygulamada fetüsün her normal koşul altında korunacağı anlamına gelmektedir.
Kutsal Kitap’ta var olan metinlere baktığımızda, kürtajı açıkça yasaklayan bir metin görmüyoruz. Bununla birlikte, sessizlikten kaynaklanan savlar üzerinde durulması gerektiğini kabul ediyor. Mezmurlar 139:13-16 gibi ayetler Tanrı’nın doğmamış çocukla ilgisi olduğunun altını çizse de, fetüsün yaşayan bir insana eşit olduğu sonucuna varmak için bu ayetler kullanılmamalıdır. Fetüs Tanrı’nın suretine dönüşmek üzere gelişmektedir fakat doğumdan önce bu süreç tamamlanmış değildir.
Jones, daha sonra, kürtajı haklı çıkarabilecek bazı özel koşullar üzerinde duruyor. Down sendromunun fetüsten potansiyel insan niteliklerini götürmediğini ve bu durumlarda kürtajın haklı görülemeyeceğini söylüyor. Diğer taraftan, anensefali gibi beynin ana bölümlerinin eksik olduğu durumlarda, Jones’un görüşüne göre, “insan yaşamına uzaktan da benzeyen bir şeyin ortaya çıkma olasılığı yoktur.” Tay-Sachs hastalığı gibi, görüş ve hareket kaybını içeren ve genelde 2-4 yıl içinde ölüm getiren durumlar arada bir yerdedir. Bu vakalarda karar verirken, kusurlu çocuğun insan potansiyeli ve böyle bir çocuğa sahip olmanın aile üzerinde etkisi arasında bir denge bulunmalıdır. Bazı aileler böyle zorluklarla başa çıkamaz ve Jones’un görüşüne göre, gebeliğin sona erdirilmesi konusunda isteksizce de olsa bir uzlaşmaya varmak gerekebilir.
Profesör Jones şöyle yazıyor, “Pratik olarak bakıldığında, benim savunduğun görüş, güçlü kürtaj karşıtı görüşten pek az yönden farklıdır.” Fakat günaha düşmüş insanlığımızın gerçekleri, bu tür “dehşet verici çıkmazların bazılarının, ancak iyileştirici kürtajla çözülebileceği” anlamına gelebilir.
Kürtajın ahlaki yönüyle ilgili üçüncü ana görüş, annenin yaşamı görüşü, tutucu Protestan çevrelerde yaygın olan görüştür. Bu görüş. Roma Katolik, Doğu Ortodoks ve Yahudi Ortodoks dinlerinin önderlerinin resmi bildirimlerinde de temsil edilmektedir. Bu anlayışa göre, kürtaj ancak gebeliğin devamı halinde annenin yaşamının tehlikeye girmesi gibi nadir durumlarda ahlaksal olarak aklanabilir. Örneğin dış gebelikte, gebeliğin devamı, tüpün yırtılması ve ölüme neden olabilecek bir kanamaya yol açabilir. Bu koşullar altında, ameliyatla müdahale, gerçekten hayatta kalma potansiyeli olan yaşamı -anneninki- kurtarma çabası haklı olacaktır. Tıp teknolojisinin şu anki durumunda, rahimde normal yerinde gelişen bir embriyoyu kurtarmak olanaklı değildir. Her iki yaşamın da yok olmasına izin vermek yerine, ameliyatla kurtarılabilecek olan yaşam kurtarılır. Bu müdahale yapılırken embriyo yaşamının değersiz olduğu varsayılmaz; müdahale, var olan tıbbi teknoloji ile, annenin yaşamının kurtarılabilir olması, doğmamış çocuğunkinin ise kurtarılamayacak olması gerçeğini yansıtır.
Bu üçüncü görüş, daha önce Trinity Evangelical Divinity Okulu’nda görev yapan Profesör Herold O. J. Brown’un Death Before Birth (Doğumdan Önce Ölüm) kitabında yer alır. Profesör Brown, ulusun en büyük Protestan müjdeci yaşam-taraftarı kuruluşu olan Christlan Action Council (Hıristiyan Eylem Kurulu) organizasyonunun kuruluşunda aracı olmuştur.
Annenin yaşamı görüşünü geliştirirken Brown, Kutsal Kitap’ta yer alan kilit metinlerle insan embriyolojisinden elde edilen bilimsel bilgilerini kullanmıştır. Brown, Kutsal Kitap’ın açıkça kürtajı kınamadığını kabul ediyor. Ancak, çocuk öldürmeyi de açıkça kınamadığını belirtiyor. Önemli soru. Kutsal Kitap bakış açısına göre fetüsün insan yaşamı olarak kabul edilip edilemeyeceğidir. “Gelişen fetüsün insan olduğu gösterilirse fetüsün öldürülmemesi gerektiğiyle ilgili özel bir buyruk aramamıza gerek yoktur tıpkı eşlerin öldürülmemesi gerektiğiyle ilgili özel bir buyruğa gerek duymayacağımız gibi. Öldürmemekle ilgili genel buyruk her ikisini de kapsayacaktır.”
Brown, kürtaj tartışmasında doğmamış çocuğun insan olmadığını kanıtlama yükünün kürtaja izin veren görüşe sahip olanlarda olduğunu söylüyor. Eğer bir avcı çalılıkların arkasında bir hareketlenme görüp bu harekete neden olanın insan değil de bir hayvan olduğundan emin olmadan ateş ederse böyle bir davranış ahlaksal açıdan sorumsuzluk olacaktır. Kürtajla ilgili olarak ise doğmamış çocuğun insan oluşuyla ilgili herhangi bir kuşku var ise, gelişen insan yaşamı kavramıyla çözülmelidir.
Kutsal Kitap, kişi olmakla ilgili filozofları tatmin edecek teknik bir tanımlamaya yer vermese de Kutsal Yazılar doğum öncesi ve doğum sonrası insan yaşamı arasında temel bir devamlılık olduğunu varsayar. İbranice genel olarak çocuklar için kullanılan veled sözcüğü, Mısır’dan Çıkış 21:22’de doğmamış çocuk için de kullanılmaktadır. Elçilerin İşleri 7:19’da Firavun’un buyruğuyla öldürülen çocuklar için kullanılan Grekçe brefos sözcüğü, Luka 1:41, 44’te henüz annesinin rahminde olan Vaftizci Yahya için kullanılmıştır.
Kutsal Kitap’ta yer alan insanın Tanrı’nın suretinde yaratılmış olmasına ilişkin öğretiş (Yar. 1:27), insan yaşamının onuru ve kutsallığının temelini oluşturmaktadır. İnsan Tanrı’nın suretinde yaratıldığı için masumların kanı toprağı kirletir ve yargı için Tanrı’ya yakarır (Say.35:33). Yazar uyarıyor, “İçinde kan dökülen ülke ancak kan dökenin kanıyla bağışlanır.”
Peki Tanrı’nın sureti henüz doğmamış olan insanda var mıdır? Brown Mezmurlar 139:13, 14; Yeremya 1:5; Luka 1:44 ve Mezmurlar 51:5’ten yaptığı alıntıları Tanrı’nın doğmamış insanla özel bir ilişkisi olduğuyla ilgili kanıt olarak sunuyor. Tanrı’nın halkını yaratması, koruması, ahlaksal olarak değerlendirmesi ve gelecekte yapacakları hizmet için ayırması bu ayetlerde açıkça ortaya konmaktadır. Brown, bu gibi ayetlerin şu gerçeği üstü kapalı şekilde ifade ediyor sonucunu çıkarıyor, “Tanrı açıkça doğmamış çocuğun hali hazırda insan olduğunu, Tanrı’nın suretinde yaratıldığını ve yasanın korumasını hak ettiğini söylüyor.”
Brown, görüşünü desteklemek için insan embriyolojisinin bilinen olgularına da işaret ediyor. Sperm ve yumurta birleştiğinde, genetik olarak eşi olmayan bir insan ortaya çıkıyor. Gelişen çocuk beslenme ve oksijen için annesinin bedenine bağımlıyken, fizyolojik olarak doğmamış çocuk annesinin bedeninin bir parçası ya da uzantısı değildir. Doğmamış çocuk kendi başına bir bireydir, ayrı ve farklı bir yaşam yörüngesi vardır. Tek yumurta ikizlerinin durumu gebe kalman anda kesin bireyliğin henüz olmadığını gösterir fakat rahim duvarına yerleşildiği anda artık bir ya da iki ayrı yaşam vardır. “Fetüs yaşamının ne zaman “tam olarak insan” olduğuna ilişkin görüş ayrılıkları olduğunu kabul etsek de, herkes bunun doğumdan uzun bir süre önce olduğunu biliyor ve Üst Mahkeme doğum anma dek kürtaja izin veriyor” diyor Brown.
O halde, Brown’a göre insan yaşamının kutsallığı ve Tanrı’nın suretinde yaratılmış olmasıyla ilgili Kutsal Kitap görüşüyle -Tanrı’nın doğmamış olanla özel bir ilişkisinin olması hakkındaki kanıtlar- insan gelişimiyle ilgili bilimsel olgular, insanı “annenin yaşamı” görüşüne yöneltiyor. Müjdeci Protestanları, Birleşik Devletler’deki istek üzerine kürtaj durumuna karşı çıkmaya ve doğmamış olanın yasal haklarının geri verilmesi için çalışmaya teşvik ediyor.
Ele alman üç yaklaşım içinde “annenin yaşamı” görüşü Kutsal Kitap’tan en fazla destek gören görüş gibi görünüyor. Brown ve başkalarının işaret ettiği gibi, Kutsal Kitap’taki metinler doğum öncesi ve doğum sonrası yaşamda temel bir devamlılık görüyor ve Tanrı’nın doğmamış olana sevgisi ve onun için duyduğu kaygı gebeliğin sonraki dönemlerinde, bir çeşit “sürdürülebilir yaşam” ortaya çıkmasını beklemiyor. Davut, Mezmurlar 139-16’da, embriyo-gebe kalındıktan sonraki ilk sekiz hafta, anne rahminde henüz yaşam olduğunu hissetmeden çok önce- iken Tanrı’nın kendisi için duyduğu ilgiyi golem, “biçimlenmemiş madde” sözcüğünü kullanarak tanımlıyor. John Stott, “Kutsal Kitap bir embriyoloji kitabı olduğunu iddia etmese de burada, fetüsün gelişiminin ne gelişigüzel ne de otomatik olmadığını, yaratma becerisinin ilahi bir yapıtı olduğunu açıkça görüyoruz.” Eyüp 10:8-13 ve 31:13, 15 gibi ayetler de rahimde insan yaşamının yaratılmasından kör bir biyolojik işlemin değil, Tanrı’nın sorumlu olduğunu gösteriyor.
Yeni Antlaşma’da İsa Mesih’in beden alması, Tanrı’nın doğum öncesi yaşamı kutsal kılmasına ilişkin önemli bir tanıklıktır. Teoride, Tanrı’nın sonsuz tasarısı içinde Kurtarıcı’nın yetişkin biri olarak yeryüzüne gelmesi mümkün olabilirdi fakat Tanrı’nın bilgeliği uyarınca Isa Mesih, Tanrı’nın amaçlarını yerine getirmek için insan varlığının bütün evrelerini yaşadı, gebelik anından ölüme kadar. Tanrı’nın Oğlu’nun dünyadaki kişisel tarihi “Bakire Meryem’den doğduğu” zaman değil, “Kutsal Ruh aracılığıyla oluşturulduğunda” başlıyor. Onun insan olarak tarihi de bizimki gibi annesi gebe kaldığında başlıyor. Kuşkusuz O’nun oluşumu doğaüstüydü fakat burada önemli olan nokta, Tanrı’nın beden alma sürecini, başka bir noktada değil de bu noktada başlayarak, insan yaşamının başlangıç noktasının önemini onaylamasıdır. İbraniler’in yazarının söylediği gibi, onların adına merhametle ve anlayışla başkâhinlik yapmak için, “her yönden kardeşlerine benzemesi gerekiyordu” (2:17).
Günümüz dünyasında Meryem gibi genç, evlenmemiş, “sorun oluşturan bir gebelik” yaşayan bir kadın bütün bunlara kürtajla son vermek konusunda denenebilirdi. Fakat Meryem’in durumunda kürtaj, rahminde yaşayan Tanrı’nın Oğlu’nun ölümü anlamına gelirdi.
Pavlus’un Galatyalılar 5:20’de benliğe ait günahlar olarak sıraladıkları arasında, genelde “büyücülük” olarak çevrilen pharmakeia sözcüğü vardır. Bu sözcüğün daha doğru çevirisi, “tıp” olmalıdır. Kuzey Amerika’daki yerlilerdeki “tıp” adamının yaptığı türden tıp olmalıdır. Bu terim, ilaçların gizli maddelerle birlikte, büyücülük fakat aynı zamanda kürtaj gibi çeşitli amaçlar için kullanılmasını kast ediyor. Profesör John T. Noonan, Jr. şöyle diyor, “Burada Pavlus’un kullanımı sadece kürtajla sınırlanamaz fakat kullandığı terim kürtaja neden olan ilaçları da kapsayacak kadar geniş anlama sahiptir.” Pharmakila sözcüğü İ.S. ikinci yüzyılda ilk jinekologlardan Efesli Soranuz tarafından düşüğe neden olan ilaçlar için kullanılmıştır.
Bazıları, Mısır’dan Çıkış 21:22-25’i temel alarak kürtajla ilgili daha serbest bir görüşü benimsemişlerdir. Bu ayetlerin bir yorumuna göre metin, bir erkeğin, gebe bir kadının düşük yapmasına neden olması durumunda, kadına zarar gelmemişse, gebelik ne kadar ileri aşamasında olursa olsun doğmamış çocuğun yaşamına karşılık ölüm cezası verilmez. Bu yoruma göre. Eski Antlaşma Yasası doğmamış çocuğun cana ya da insan yaşamına sahip olduğunu düşünmez. Böylelikle doğmamış çocuğun yaşamı ve annenin yaşamı arasında açık bir fark olduğunu üstü kapalı bir şekilde ifade eder.
Ne var ki, dille ilgili kanıtlar “düşük” çevirisini desteklememektedir. Yatza yüklemi, burada olduğu gibi tek başına kullanıldığında, düşük değil, canlı doğum anlamına gelir (Yar. 25:25, 26; 38:28-30; Yer. 1:5; 20:18). Yatza, Çölde Sayım 12:12 ve Eyüp 3:11’de olduğu gibi ancak muth “ölmek,” sözcüğüyle bir arada kullanıldığında ölü doğum anlamına gelir. Mısır’dan Çıkış 21:22’de kullanılan yeled sözcüğü, yeni doğan çocuk da dahil olmak üzere “çocuk” anlamına gelir, fakat “embriyo” ya da “henüz biçimlenmemiş fetüs” için kullanılan sözcük golem’dir ve burada bu sözcük kullanılmamaktadır. İbranice’de “düşük” için kullanılan sözcük şakol’dur (Çık. 23:26; Hoş. 9:14) ve burada ve Mısır’dan Çıkış 21:22-25’te kullanılmamaktadır. Sonuç olarak, metnin doğru çevirisi, erken canlı doğum olacaktır, düşük değil. Aslında metin, annenin ve doğmamış çocuğun yaşamlarını eşit değerde görerek “annenin yaşamı” görüşünü desteklemektedir.
Kutsal Kitap’ta insan yaşamı ve ruah, “nefes” arasında ilişki olması (ör. Yar. 6:17; Eyüp 34:14-15; Hab. 2:19; Zek. 12:1; Mez. 104:29-30) özellikle birinci üç aylık dönem için kürtajla ilgili daha serbest bir görüşe işaret ettiği söylenmiştir. Bağımsız nefes alıp verme gebeliğin yirminci haftasından önce genel olarak mümkün olmadığı için Kutsal Kitap’ta “yaşam” ve “nefes” arasındaki bağa bakılarak insan yaşamının henüz var olmadığı öne sürülmüştür. Bununla birlikte, gelişen insan yaşamını korumak için birinci üç aylık dönemden sonra kürtaj yasaklanmalıdır.
Bu görüşle ilgili birkaç önemli sorun vardır. Birincisi, Kutsal Kitap’ın vurgulamadığı “bağımsız” insan varlığı kavramına değer vermektedir. Kutsal Yazılar’daki temel olgu, insanların gelişimlerinin her evresinde, hem doğumdan önce hem de sonra yaratık oldukları ve yaşamlarının devamı için her zaman Tanrı’nın koruyan merhametine ihtiyaç duymalarıdır. “O’nda yaşıyor, O’nda hareket ediyoruz, O’nda varız” (Elç.17:28). Tanrı, evrendeki tek “yaşamını sürdürebilir” ve kendi kendini koruyabilen varlıktır; yetişkin insanlar da dâhil olmak üzere diğer bütün yaratıklar yaşamlarının ve varoluşlarının devamı için sürekli olarak O’nun lütufkâr iradesine bağlıdırlar. Fakat biz yaratıklar devamlı olarak bu bağımlılık durumunu unutma ve Tanrı gibi içimizde yaşam gücüne sahipmişiz gibi davranma denenmesiyle karşı karşıyayız.
Bu düşünceler, insan yaşamının değerini belirlemek için “sürdürülebilirler” ölçüsüne işaret etmekteki zorlukları ortaya koymaktadır. Davut, gebeliğin ilk sekiz ayı içinde Tanrı’nın gözünde değerliydi. Tanrı onu seviyor onunla ilgileniyordu (Mez. 139:13-16) – soluk alıp vermeden çok önce. Diyabet hastası olan birisi tamamıyla ensüline bağımlı olabilir fakat haklı olarak bu kişinin bağımlılığının kişi olarak değerini düşürdüğü sonucunu çıkarmayız.
“Nefes- yaşam” yaklaşımında var olan diğer bir sorun doğum sonrası yaşamın normal belirtilerinden söz eden metinleri dikkate alarak (Yar.6:17, vs.) bunları doğum öncesi yaşama uygulamaktır. Bu ayetler doğum öncesi yaşamdan söz etmez; sonra da bu sorgulanabilir sonuçtan yola çıkarak değerlerle ilgili yargılama yapar. Bu metinleri yazan Eski Antlaşma yazarları, yaşamın sürdürülebilir olduğu an ya da bağımsız nefes alıp vermenin gerçekleştiği anla ilgili “bilimsel” bir yargı yapmayı amaçlamamışlardır; bu ayetler bu şekilde kullanıldığında, doğru bağlamlarından uzaklaştırılmış ve yazarların niyet etmedikleri bir şekilde kullanılmış olurlar. Soru, “Tanrı’nın doğmamış insanlara verdiği değer ve bu insanlarla ilgisi nedir?” ise, bakılması gereken ayetler bu konuyla doğrudan ilişkili olan ayetlerdir (Mez.139:13-16; Yer.1:5; Beden Alma). Doğum öncesi yaşamın değerinden söz edildiğinde bu ayetlere odaklanmalıdır.
Yaşam-nefes görüşünü tutarlı bir şekilde uygulamak da olanaklı değildir. Doğum öncesi yaşamla ilgili olarak, “yaşam” ve “nefes” sözcüklerinin anlamları harfiyen alınır ise Eski Antlaşma’da kan ve yaşam arasında da benzer bir ilişki olduğu söylenebilir- ör. Yaratılış 9:4: “Yalnız kanlı et yemeyeceksiniz, çünkü kan canı içerir.” Harfi harfine yorumlama yapan Yehova Şahitleri, can ya da yaşam kanda olduğu için canların karışacağını düşünerek Kutsal Kitap’ın kan transferini yasakladığı sonucunu çıkarmışlardır. Bu durumda, metinin harfiyen ele alınması doğru değilse, “yaşam” ve “nefes” için de doğru değildir çünkü iki kullanım birbirine paraleldir.
Bu nedenlerden ötürü, “yaşam-nefes” yaklaşımı kürtaja izin verilmesi bağlamında Kutsal Kitap’ın doğru bir yorumu değildir.. Kutsal Yazılar, Tanrı’nın doğmamış çocuğun yaşamına, sadece gebeliğin ileri aşamalarında değil gelişiminin her evresinde değer verdiğine tanıklık etmektedir.
İstek üzerine kürtaj ve belirtiler üzerinde kürtaj görüşlerinin yanlıları fetüsü genelde tam bir “kişi” ya da “insan” olarak görmezler çünkü henüz gelişmiş bir bilinç olmadığına inanırlar. Ne var ki, kişi olma olgusunu, belli psikolojik durumlarla eşit görmek tehlikelidir. Kişi olma, insan gelişiminin akışı sırasında kişinin psikolojik dışavurumlarının çıktığı metafizik bir gerçektir. Yeni doğan bir bebek yetişkin birinin konuşma ve düşünce gücüne sahip olmasa da, bebek doğru zamanda bu güçleri geliştirecektir çünkü bunlar çocuğun doğasında vardır. Doğmamış çocuğun bilinci olmadığı düşüncesini temel alarak kürtajı aklayan savın aynısı, doğumdan sonra çocuk öldürülmesini de aklayabilir. Kişi olmayı bilinçli olmanın belli evreleriyle eşit görme yaklaşımı, koma hastalarının, bunakların ve zihinsel özürlülerin öldürülmesine kadar götürülebilir. Mezmurlar 139:13-16’da görüldüğü gibi Tanrı insan yaşamına, insan bilinci ortaya çıkmadan çok önce büyük bir değer veriyor: Tanrı Davut’u, Davut bu sevginin bilincine varmadan çok önce sevmişti. Doğru anlamda “kişi,” insan varoluşunun ilk anlarından itibaren vardır. Kişi olma, sadece bilinçli, doğum sonrası insanları değil, genetik olarak insan olan ve eşi olmayan yaşam yörüngesine ve gelişimsel niteliklere sahip insan türünün hepsini kapsar. Doğmamış olanın “potansiyel insan yaşamını” temsil ettiğini söylemek yerine, büyük potansiyeli olan gerçek insan yaşamını temsil ettiğini söylemek daha doğru olacaktır. Pek çok kürtaj münazarasında kullanıldığı gibi, “potansiyel-gerçek” ayrımı sorunu, doğum öncesinde olduğu gibi doğum sonrasında da vardır. Hiçbir yetişkin insansal olanaklarının bütününü “tam olarak gerçekleştirdiğini” söyleyemez. Tanrı, evrendeki tek “tam olarak gerçekleşmiş” kişidir.
“Kişi” olmayı anlamanın daha doğru bir yaklaşımı insanı soyutlanmış olarak ya da bireyde olan nitelikler bağlamında değil de, Tanrı’yla ilişkisi içinde değerlendirmek olacaktır. “Kişi,” Tanrı’nın kişisel olarak ilişki kurduğu birisidir; yaratığı “kişi yapan” Tanrı’nın ilişkilerde ilk adımı atmasıdır. Bu tanım, normal kullanımımızı kapsar fakat doğmamış insan yaşamından söz eden Yeremya 1:5 ve Mezmurlar 139:13-16 gibi metinleri de kapsayacak kadar geniştir.
Kürtaj ahlakı konusunda sıkça ele alman konulardan biri de tecavüz sorunudur. Bir kadın tecavüz sonucu gebe kalırsa kürtaj ahlaksal olarak kabul edilebilir bir seçenek olabilir mi? 1960’ların sonunda bu sorun, o zamanlar var olan ve genel olarak annenin yaşamı görüşünü yansıtan yasaları özgürleştirmek için ortaya konmuştu. Cinsel olarak kaotik olan ve maalesef tecavüzün artma eğiliminde olduğu bir toplumda bu soru sürekli olarak geçerliliğini koruyan ve kaygı uyandıran bir sorudur.
Kuşkusuz, tecavüz, tecavüze uğrayan kadın için hem fiziksel hem de duygusal olarak travmatik bir olaydır ve toplum ve kilise kadına mantıksal olarak sunulabilecek her türlü yardımı vererek destek olmalıdır. Ne var ki, bu durumlarda bile inceleme yapılmadan kürtajın haklı olabileceği varsayılmamalıdır. Ahlaksal bir sonuca varmadan birkaç etkenin değerlendirilmesi doğru olacaktır.
Tecavüzün kesinleştiği vakalar sonucunda ortaya çıkan gebeliklerin sayısı oldukça azdır. Özenle yapılmış birkaç çalışma tecavüz sonucu ortaya çıkan gebelikleri belgelemiştir. Sonuçlar kurbanların yüzde O ile 2.2’sine işaret etmektedir. Bu çalışmalardan en büyük olanı Dr. Charles Hayman tarafından yapılmıştır ve 2.190 kadını kapsamaktadır. Bu araştırma sonucunda, gebe kalma ya da cinsel yolla bulaşan bir hastalığa yakalanma olasılığının “küçük, kabaca 200’de 1 ile 50’de 1” olduğu ortaya çıkmıştır.
Birkaç fizyolojik etken, tecavüz sonucu gebeliği düşük bir olasılık haline getirmektedir. Normal koşullar altında dahi kadınlar aylık adet döngülerinin iki ya da üç gününde gebe kalabilirler. Bir araştırmaya göre, bir kadın yumurtladığı günde dahi tecavüze uğrasa gebe kalma olasılığının onda birdir. Başka bir çalışma ise tecavüzcülerin büyük bir kısmının bir tür cinsel işlev bozukluğuna sahip olduklarını bulmuştur, örn. boşalamama sorunu. Tecavüz, cinsel birleşme tamamlanmış demek değildir. Bazı tecavüz kurbanları ağız yoluyla alman doğum kontrolü ilaçları kullanmaktadırlar ya da başka nedenlerden ötürü kısırdırlar. Bütün bu etkenler, tecavüz sonucunda gebe kalınmasını nadir görülen bir durum haline getirmektedir.
Peki ya gebe kalınan durumlar? Genel istatistikler gebe kalan kadını rahatlatmaktan uzaktır. Bunların çok zor vakalar olduğu kabul edilmelidir. Bu durumlarda bile, kürtaj olmamanın doğru ve kadın için uzun dönemde daha çıkar sağlar olduğu savunulabilir.
Adil olmak gerekirse cezalandırılması gereken tecavüz sonucu gebe kalman masum çocuk değil, tecavüzcüdür. Musa’nın yasasında şöyle diyor, “Ne babalar çocuklarının günahlarından ötürü öldürülecek, ne de çocuklar babalarının” (Yas.24:16). Bu metnin vurguladığı şey, kişisel sorumluluk ve kişisel hesap verme ilkesidir. Suçu işleyen, tecavüz sonucu gebe kalman çocuk değil, tecavüzcüdür. Kadının haksızlığa uğradığı doğrudur; fakat kürtaj bir haksızlığın daha gerçekleşmesine neden olacaktır, bu kez doğmamış çocuğa karşı. “İki yanlış bir doğru etmez.”
Kadın böyle bir durumda kürtaj yaptırmayarak, masum bir canı almak sonucu ortaya çıkacak olan suçun doğuracağı sonuçlardan kaçınmış olacaktır; gelecekte çocuk sahibi olma kapasitesine zarar verme tehlikesinden de kurtulacaktır. Tecavüz kurbanlarına danışmanlık veren kişiler ve kurumlar, bu tür “kahramanca” kararları kadınlar için geçerli bir seçenek olarak sunabilmek için sağlam duygusal, ruhsal ve parasal desteği verebilmeye hazır olmalıdır.
Beklenilen doğum kusurları, kürtaj için bir “belirti” olarak sıkça gündeme getirilir. Amniyosentez ve başka doğum öncesi teşhis yöntemleri ile belirlenen genetik hastalıkların sayısı gün geçtikçe artmaktadır. Ne var ki. Kutsal Kitap’ın görüşü “ara ve yok et” ablağını ya da sadece fiziksel ve zihinsel olarak üstün olanların yaşamasına izin veren zihniyeti haklı görmemektedir.
Doğuştan gelen kusurlar dahi Tanrı’nın egemen tasarısı içinde bir rol alabilirler. Tanrı tarafından çağrı alan Musa iyi bir konuşmacı değildi. Tanrı şöyle karşılık verdi, “Kim ağız verdi insana? İnsanı sağır, dilsiz, görür ya da görmez yapan kim? Ben değil miyim?” (Çık.4:11). Tanrı bu tür zayıflıkları kullanarak kendi ilahi kudretini gösterebilir, bu kudret insanın güçsüzlüğünde tamamlanır (2Ko.12:9).
İsa Mesih Tanrı’nın yetkin merhameti ve adaletini gösterdiğinde hasta, kör ya da felçli olanları yok etmedi, onları iyileştirdi, “Ezilmiş kamışı kırmayacak, tüten fitili söndürmeyecek” (Mat.12:20; Yşa.42:3). Mesih’in ablağı, “ara ve yok et değil “ara ve kurtar” idi.
Kör adamın iyileştirilmesiyle ilgili hikâyede (Yuhanna 9) İsa’nın öğrencileri körlüğün nedeninin adamın kendi günahının mı yoksa anne babasının günahının mı olduğunu sordular. İsa her iki varsayımın da doğru olmadığını söyledi; Tanrı’nın gizemli sağlayışı içinde bu duruma, iyileşme aracılığıyla Tanrı’nın görkeminin ortaya çıksın diye izin verilmişti (a.3).
Doğumdan önce kusurlu olanların kürtaj edilmesinin yapılacak en “insancıl” şey olduğu ve bu şekilde “kalite ve anlamdan yoksun” yaşanan yaşamların acısından esirgenebilecekleri öne sürülmüştür. Ne var ki, engelli olanlara söz ve kendileri için karar verme hakkı verilmesi bu amaca daha çok hizmet edecektir. Bu tür çarpıcı bir tanıklık, birkaç yıl önce Londra Daily Telegraph gazetesinde Talidomid trajedisi sırasında, kürtajın kusurlu bebek sorununu çözmek için kullanılabileceği önerildiğinde ortaya çıkmıştı.
Trowbridge, Kent, 8 Aralık, 1962
Sayın İlgili,
Bizler Talidomid nedeniyle değil başka nedenlerden ötürü engelliyiz. Birimizin iki yararsız kolu ve eli, diğerimizin iki yararsız bacağı var, bir diğerimiz de ne kollarını ne de bacaklarını kullanabiliyor.
Bizler şanslıyız… yaşamamıza izin verildi ve kimse biz çaresiz sakatları yok etmediği için içten minnettarlık duyuyoruz.
Burada, Ulusal Spastik Topluluğu’nun bir okulu olan Delarue spastik okulunda, değerli ve mutlu yaşamlar bulduk ve geleceğe cesaretle bakıyoruz. Özürlü olmamıza karşın yaşamın bize verebileceği pek çok şey var ve geleceğe uzanmak için, metaforik bir şekilde olsa bile, büyük bir sabırsızlık içindeyiz.
Umarız bu sözlerimiz Talidomid bebeklerinin anne ve babalarına umut verir ve organsız bir bebeği bile yok etmeyi düşünenleri kınamaya hizmet eder.
Saygılarımızla,
Elaine Duckett, Glynn Verdon, Caryl Hodges
Ciddi engelleri olan insanların sınırlamalar yaşayacağı açık olsa da bu, yaşamlarının anlamsız olacağı anlamı taşımaz. Ancak “üstün-ırk” ablağı, fiziksel ve zihinsel olarak seçkin olanların yaşama hakkı olduğunu savunur.
Kutsal Kitap ablağı, gelişim evresi ya da fiziksel bağımlılığa bakmaksızın, gebe kalman andan doğal ölüme kadar her insanın onurunu ve değerini onaylar. Annenin yaşamı görüşü bu yaklaşımla tutarlıdır. Hıristiyan topluluk, hem kişisel uygulamaları hem sosyal politikasında bu görüşü desteklemeli ve zor gebelik yaşayan kadınlara ruhsal, duygusal ve parasal yardım yaparak bu görüşün arkasında durmalıdırlar.
Kaynakça : Evangelical Ethics, J.J. Davis, Prebyterian and Reformed, New Jersey, 1993 Edition, (6.Bölüm)