Dünya görüşünüz, korona virüsü salgını ve depremler ya da tsunamiler gibi felaketlere nasıl reaksiyon göstereceğiniz konusunda bir farklılık yaratacaktır. Örneğin birçok teist, Mezmur 46’daki sözler üzerinden Tanrı’ya olan inançlarını tasdik ederek Yeni Zelanda’daki deprem felaketine yanıt vermişlerdir. Mezmur 46 şöyle der: ”Tanrı sığınağımız ve gücümüzdür, Sıkıntıda hep yardıma hazırdır. Bu yüzden korkmayız yeryüzü altüst olsa, Dağlar denizlerin bağrına devrilse, Sular kükreyip köpürse, Kabaran deniz dağları titretse bile” (Mez. 46:1-3).
Diğer teistler salgınların, depremlerin ve tsunamilerin Tanrı’nın doğrudan bir yargısı olduğunu söyler. Çeşitli dinlerden insanlar da 2011’de Japonya’da ve 2016’da Yeni Zelanda’da meydana gelen deprem ve tsunami durumları için de benzer bir şey ileri sürmüşlerdir. Bu çokça gereksiz acıya neden olan oldukça kaba bir yanıttır.
Bu görüşle ilişkili olarak, panteizmde bulunan temel inançlardan birisi acı çeken kişilerin önceki yaşamında işlemiş olduğu günahlardan dolayı böylesi acıları çektiği ve şimdiki yaşamında çektiği acının onların karmasını tamamlamasına yardım etmeye hizmet ettiğine dair inançtır.[1] Bu nedenle sebep-sonuç zinciri bozulamaz olduğundan onların acılarını dindirmeye ya da rahatlatmaya yönelik herhangi bir çabada bulunmanın hiçbir anlamı yoktur. Bu sadece onların arınma sürecini yavaşlatmaya hizmet eder. Bu dünya görüşünün korona virüsten ya da diğer hastalıklardan dolayı acı çeken insanlara nasıl bir umut sunduğunu görmek oldukça zordur. Sorunları daha da karmaşıklaştıran ise, bazı Doğu düşünürlerinin acıyı salt bir yanılsama olarak görmeleridir.
Kutsal Kitap’a göre, eğer bir kişi bir hastalıktan ya da kazadan dolayı acı çekiyorsa, bu kişinin işlediği ciddi günahlardan dolayı gizliden gizliye suçlu olduğu sonucuna varmamız gerektiğini söyleyen anlayış doğru değildir. Popüler düşünce sıklıkla bu görüşün Kutsal Kitap’ın bakış açısı olması gerektiğini tasavvur etmiştir. Fakat Eski Antlaşma’daki Eyüp kitabının tamamı bu fikre karşı bir protestodur. Tanrı’nın kendisi, Eyüp’ün kendi acılarından sorumlu olduğunu söyleyen arkadaşlarına hatalı olduklarını söyler.[2] Dahası Eyüp’ün acı ve kederine doğal ve ahlaki kötülüğün bir karışımı neden olmuştur. Eyüp’ün ailesine yapılan saldırının kaynağı Sabalılar ve Kildaniler (ahlaki kötülük) ve ateş ve rüzgârın neden olduğu iki doğal afet tarafından (doğal kötülük) gerçekleşen iki kanlı baskındır (Burada kullanılan ‘kötülük’ kelimesinin, acının kaynağının ahlaksız olduğu –ki bir ateşin kendisinde hiçbir ahlaksallık bulunmamaktadır– anlamına gelmediğini, fakat meydana getirdiği tahribatın bu felaketlerden etkilenen kişiler için kötü olarak tasvir edilebildiğini işaret ettiğinin yeniden altını çizmek isterim).[3]
İsa da aynı şekilde acının zorunlu olarak kişisel hatalarla bağlantılı olduğu düşüncesini açık bir şekilde reddetmektedir.[4] Tekrar, Eyüp kitabında olduğu gibi, bağlam doğal ve ahlaki kötülük konularıyla doğrudan ilişkilidir. İsa Mesih’in tarihsel biyografisini kaleme alan tarihçi Luka (bunu genelde “Luka İncili” ya da sadece “Luka” olarak adlandırıyoruz) bu olayı aktarmaktadır:
O sırada bazı kişiler gelip İsa’ya bir haber getirdiler. Pilatus’un nasıl bazı Celileliler’i öldürüp kanlarını kendi kestikleri kurbanların kanına kattığını anlattılar. İsa onlara şöyle karşılık verdi: “Böyle acı çeken bu Celileliler’in, bütün öbür Celileliler’den daha günahlı olduğunu mu sanıyorsunuz? Size hayır diyorum. Ama tövbe etmezseniz, hepiniz böyle mahvolacaksınız. Ya da, Şiloah’taki kule üzerlerine yıkılınca ölen o on sekiz kişinin, Yeruşalim’de yaşayan öbür insanların hepsinden daha suçlu olduğunu mu sanıyorsunuz? Size hayır diyorum. Ama tövbe etmezseniz, hepiniz böyle mahvolacaksınız.” (Luka 13:1-5)
Dikkati devlet tarafından (ahlaki kötülük) acı çeken insanlara çektikten sonra İsa bu kez doğal bir felakette ölen kişileri hatırlatmaktadır. Sonrasında ise her iki duruma ilişkin olarak da bu olağan dışı hadiseleri kurbanlarının Tanrı’nın özellikle cezalandırdığı korkunç günahkârlar olmaları gerektiğine dair bu popüler düşünceyi azarlamaktadır. Bu şu anlama gelir: bizler böylesi olayların meydana gelebildiği, ama Tanrı her şeyin üzerinde Egemen Tanrı olsa dahi bu olayların her zaman doğrudan Tanrı tarafından gerçekleştirilmediği bir dünyada yaşıyoruz.
Bununla birlikte bu meselede bundan daha fazlasının olduğunu gösteren İsa’nın bu durum hakkındaki son yorumunu da gözden kaçırmamak gerekir. Bazılarının, diğerlerinin başına gelen bu kötü olaylardan esirgenmiş olması onların masum oldukları anlamına gelmemektedir: “Ama tövbe etmezseniz, hepiniz böyle mahvolacaksınız” (Tövbe etme konusunu daha sonra inceleyeceğiz).
Bütün bunlarda, tüm felaketler ya da hastalıklar (Eyüp’ün durumunda olduğu gibi) Tanrı’nın bir yargısı olmamasına karşın bazılarının böyle olması açık bir şekilde Hristiyan öğretisinin bir parçasıdır. İlk kilisedeki önderlerden Pavlus, Korint’teki kiliseye yazarken onlardan bazılarının Tanrı’nın yargısının bir sonucu olarak hasta olduklarını söylemiştir.[5] Fakat Pavlus bunu yazarken Tanrı’nın Ruh’u tarafından esinlenen bir kişi olarak özel bir kavrayış ile yazmıştır. Bizler kimin bu şekilde cezalandırıldığına karar vermede aynı yetkiye sahip değiliz. Doğal kötülükler tarafından kaynaklanan acıları ilahi bir ceza olarak yorumlayan kişilerden sakının. Ancak eşit derecede Tanrı’nın bu salgın aracılığıyla insanlara –özellikle de kültürel olarak Tanrı’yı yersiz olarak görüp ona sırt çevirmiş olan Batı toplumuna– hiçbir şey söylemediğini söyleyen kişilerden de sakının.
Neden Ateizm Size Yardım Edemez
Bazı ateistlerin bir tür yargıya ya da kadere inanmaları incelemeye değerdir. Bu onların “onlara müstahak” ifadesinin arkasında yatan şeydir. Ateistlerden bahsetmek beni, birçok kişinin doğal kötülük ve felaket sorununa tek çözümün Tanrı inancını terk etmek ve ateizmi benimsemek olduğunu düşünüyor olması gerçeğine götürmektedir.
Elbette onlar korona virüsün, kanserlerin, tsunamilerin ve depremlerin bize aslında bir Tanrı olmadığını gösterdiğini söylemektedirler. Burada yüzleşmemiz gereken bir gerçek vardır ve bu da tüm bunların evrenin bu şekilde, sert ve duygusuz, bizim yaşamamız ya da ölmemizle hiç de ilgilenmeyen bir şekilde var olmasıdır.
İskoç Aydınlanma filozofu David Hume, benim gibi Hristiyanların mücadele etmesi gereken bu problemlere işaret etmektedir. M.Ö. 3. yüzyılda yaşamış olan bir Grek filozofa atıfta bulunarak yaygın bir şekilde alıntılanan şu açıklamayı yapmıştır:
Epikür’ün eski soruları hâlâ yanıtlanmamıştır. [Tanrı] Kötülüğü önlemek mi istiyor ama gücü yetmiyor mu? O halde güçsüzdür. Gücü yetiyor ama istemiyor mu? O halde kötücüldür. Kötülüğü önlemeye hem gücü yetiyor hem bunu istiyor mu? O halde kötülük nereden geliyor?[6]
Fakat bu ateistin yolu nerede sonlanıyor? Bu, buradan başlayıp acının gerçekliğine ilişkin Richard Dawkins’in dogmatik ateist reaksiyonuna giden kısa bir adımdan başkası değildir:
Doğal dünyada her yıl yaşanan ıstırabın toplam miktarını havsalamız almaz. Benim bu cümleyi yazdığım bir dakika içinde binlerce hayvan canlı canlı yeniyor; diğerleri hayatlarını kurtarmak için korkudan inleyerek koşuyor; bazıları korkunç parazitler tarafından yavaş yavaş içten kemiriliyor; her türden binlercesi açlıktan, susuzluktan ya da hastalıktan ölüyor. Böyle olmak zorunda. Bir bolluk zamanı yaşansa, bu gerçek, doğal açlık ve sefalet hali yeniden yerine gelene dek, nüfusun otomatik olarak artmasına yol açar. Kör fiziksel kuvvetlerden ve genetik kopyalanmadan oluşan bir evrende kimi insanlar zarar görür, kimileri şanslı olur ve bunda ne ahenk ya da anlam bulunabilir, ne de adalet. Gözlediğimiz evren tam da temelde hiçbir tasarımın, hiçbir amacın, iyilik ya da kötülüğün olmaması, kör, acımasızca bir kayıtsızlıktan başka hiçbir şeyin bulunmaması durumunda beklememiz gereken özellikleri gösteriyor. DNA bilmez de umursamaz da. DNA yalnızca vardır. Ve biz, onun müziğiyle dans ederiz.[7]
Bir Hristiyan buna nasıl karşılık vermelidir? Söylenebilecek ilk şey Dawkins’in ateizme dayalı determinist yaklaşımının burada iyi ve kötü kategorilerini hükümsüz kıldığı görülmekte ve bunların yerini kaderci bir evrende kör, acımasız kayıtsızlık almaktadır. Buna karşın iyi ve kötüyü reddetmek beraberinde korona virüsün kötü ve nahoş olduğuna dair herhangi bir konuşmanın anlamsız olduğuna işaret edecektir (Dawkins’in aslında buna inandığını hayal etmek zor olsa da).
Yine de Dawkins, Tanrısız bir inanç sisteminin korona virüse mantıklı bir yanıt verip vermediğini sormamızın gerekli olmasını göz önüne aldığımızda ciddi bir nokta üzerinde durur. Eğer bir Tanrı yoksa her şeyden önce sahip olduğumuz iyi ve kötü kavramları nereden geliyor? Bizler korona virüsün ve onun etkilerinin her halükârda “kötü” olduğunu söyleyemez durumda oluruz, çünkü yarattığı ölümcül sonuçlar da dahil olmak üzere onun sonuçları yalnızca atomların kendilerini yeniden düzenlemesidir.
Fyodor Dostoyevski şöyle yazar: “Eğer Tanrı yoksa o zaman her şey mubahtır.”[8] Herhangi bir yanlış anlaşılmadan kaçınmak için, Dostoyevski’nin ateistlerin ahlaklı bir şekilde davranış sergileyemeceğini kastetmediğini söylemek gerekir. Mesele kesinlikle bu değildir. Aslında ateistler kendi ahlaklı davranışlarıyla dindar kişileri utandırabilir. Bu konudaki Hristiyan perspektifi şudur: Tüm erkek ve kadınlar, Tanrı’ya inansınlar ya da inanmasınlar Yaratan Tanrı’nın suretinde yaratılmış olan ahlaki varlıklardır. Dolayısıyla tüm insanlar ahlaklı bir şekilde davranabilirler. Dostoyevski, ateistleri ahlaki inanç eksikliği ile suçlamaz. Bundan daha derin bir şey öne sürer: Eğer bir Tanrı yoksa iyi ve kötü kavramları için hiçbir mantıksal ya da akılcı teminat yoktur. Richard Dawkins’in açıklaması da tümüyle bunu desteklemektedir.
Ahlaki kötülük değil, ama doğal kötülük burada asıl konumuz olmasına karşın, yeri gelmişken Dawkins’in görüşüne göre, Kamboçya ve Rwanda da insanları katleden soykırım mimarlarının ve teröristlerin yalnızca içlerinde var olan kendi genetik programlarını hayata geçiriyor olduklarını fark etmek önemlidir. Benzer şekilde insanlığa karşı işledikleri korkunç suçlarında Stalin’de, Hitler’de ve Mao’da olduğu gibi… Bir çocuğu zevk için öldürmek istiyorsan, (bu görüşe göre) acaba bu sadece DNA’nızla dans etmek mi olacaktır? Eğer böyleyse, o zaman hiç kimse bazılarının yanlış yönlendirilerek kötü olarak adlandırdığı şeye yardım edemez. Bizler ve onlar, şikâyet etmeksizin bunu kabul etmeliyiz. Ahlak anlamsızdır.
Kanımca bu görüş basitçe yaşanılabilir değildir. Richard Dawkins’in kendisi bunun bir kanıtıdır. Onun argümanı, iyi ve kötü olarak böylesi şeylerin gerçekliğinin altını oymaktadır. Buna karşın neden o zaman o 11 Eylül olayını ve diğer vahşetleri kötü olarak görmektedir?[9]
Dikkat edilmesi gereken diğer bir şey de doğal ve ahlaki kötülüğe karşı meşru öfkenin bizden bağımsız olan ve objektif bir şekilde gerçek olan bir iyi ölçütünü varsayıyor olmasıdır. Öyle ki belirli şeyleri kınamada başkalarının da bizler ile hem fikir olmasını bekleriz. Bu ölçütler ya da standartlar “aşkın”dır yani bireysel ya da kişisel düşünceler düzeyinin ötesinde var olmaktadır. Örneğin, elbette her birimiz, dünya görüşümüze bakmaksızın, korona virüsün kötü olduğunu söylemekte tereddüt etmeyiz. Buna karşın eğer Tanrı -ve dolayısıyla aşkın değerler- yoksa o zaman nasıl herhangi bir objektif iyi ölçütü var olabilir? Eğer her halükârda iyi ve kötü yoksa, ahlaki kavramlar ortadan kaybolur ve ahlaki öfke absürt olur. Sözüm ona kötülük “problemi” –ahlaki ve doğal olarak– umursamaz maddenin acımasız kayıtsızlığına doğru yok olup gitmektedir. Filozof Richard Taylor bu konuda hem fikirdir:
Modern dönem, hemen hemen ilahi bir yasa koyucu fikrini reddederken yine de ahlaki doğru ve yanlış fikrini muhafaza etmeye çalışmaktadır. Tanrı’yı bir kenara iterken ahlaki doğru ve yanlış için de anlamlılık koşullarını ortadan kaldırdıklarını fark etmemektedirler. Buna karşın eğitimli kişiler bunun gibi soruların din dışında asla yanıtlanmamış olduğunun kendilerine söylenmesine gerek duymazlar.[10]
XIX. yüzyıl filozofu Friedrich Nietzsche Batı medeniyetinin temelinde bulunan Kutsal Kitap’a dayalı ahlak anlayışını terk etmenin ne tür sonuçlara neden olabileceğini herhangi bir kişiden çok daha net bir şekilde görmüştür. Tanrı’nın ölümünün, güçlünün zayıf olanı saf dışı bırakacak olan ya da bırakması gereken “güç istemini” açığa vuran Darwinci bir buyruğa yol açacağını öngörmüştür. Nietzsche şöyle yazmıştır:
İncil’deki yasaklama: “Öldürmemelisin!” bir parça naifliktir… Yaşamın kendisi bir organizmanın sağlıklı ve dejenere parçalan arasında hiçbir dayanışma, hiçbir “eşit hak” kabul etmemektedir: ya dejenere olan parça kesilip atılacaktır ya da bütün yok olacaktır.[11]
Nietzsche, Hristiyan ahlakını kölelerinkine benzeterek hor görmüş ve Tanrı’nın ölümünün merhamet, iyilik ve bağışlamanın ölümü demek olduğuna işaret etmiştir:
Hıristiyan inancından vazgeçildiğinde, Hıristiyan ahlakına sahip olma hakkının zemini de ortadan kalkmış olur… Hıristiyan ahlakı bir emirdir: kökeni aşkındır… Ancak hakikat Tanrı ise, sahiptir hakikate — Tanrıya inançla birlikte ayakta durur ve yıkılır.[12]
Bir diğer kitabında Nietzsche şu soruyu sormaktadır:
Hayat, doğa ve tarih ahlaktan yoksun iken neden ahlak diye bir şey olsun ki?[13]
İşte bu, her bir ateistin boğuşması gereken sorudur.
Hristiyanlık İçin Problem
Gerçek şudur ki ahlak vardır. Bizler doğrudan deneyimlerimiz aracılığıyla ahlaki varlıklar olduğumuzu biliriz. Önde gelen Oxford etikçilerinden J. L. Mackie şöyle yazmıştır:
[Etik], onları yaratan her şeye kadir bir Tanrı olmaksızın olayların olağan gidişatında ortaya çıkmış olması oldukça ihtimal dışı olan çok garip bir grup nitelikler ve ilişkiler teşkil etmektedir. O zaman eğer doğası itibarıyla böylesi kural koyucu (prescriptive) değerler varsa, onlar bir Tanrı’nın var olmasını (onların olmadığı bir dünyadan) daha olası kılmaktadır. Dolayısıyla sonuç olarak Tanrı’nın varlığına dair savunulabilir bir ahlak argümanına sahip oluruz.[14]
Mackie’nin kendisi böylesi mutlak ahlaki ölçütlerin varlığını reddeden bir ateistti. Yine de kuşkusuz hepimiz bebeklere işkence etmek gibi bazı şeylerin mutlak suretle yanlış olduğunu görebiliriz. Eğer ateizmi benimsiyor ve onun mantığını izlemeyi istiyorsak böyle şeyler söyleyebilmeyi bırakmışız demektir.
Tanrı’yı denklemden çıkarmak acı ve sıkıntıyı ortadan kaldırmaz. Onları oldukları gibi bırakır. Fakat Tanrı’yı denklemden çıkarmak başka bir şeyi yani her türlü nihai umudu ortadan kaldırır. Bu daha sonra tekrar dönüş yapacağımız bir meseledir. Fakat David Hume’un etkili bir şekilde ortaya koyduğu soru ile henüz boğuşmadık: Korona virüsü, sevgi dolu bir Tanrı’nın varlığı ile uzlaştırılabilir mi?
Dipnotlar:
- [1] Karma (Hinduizm ve Budizm dinlerinde) bir kişinin ardışık varoluş durumlarından birisinde gerçekleştirdiği eylemlerinin tümüdür ve kişilerin gelecekteki kaderlerinin ne olacağına karar verilmesi şeklinde görülmektedir.
- [2] Eyüp 42:7-9
- [3] Eyüp 1:13-19
- [4] Bknz. Örneğin Yuhanna 9:1-3.
- [5] 1. Korintliler 11:20
- [6] David Hume, Dialogues Concerning Natural Religion, Part 10 (1779).
- [7] Richard Dawkins, Cennetten Akan Irmak, Varlık, s. 130-131
- [8] Fyodor Dostoyevski, The Brothers Karamazov (1880), Book 11, Chapter 4.
- [9] “Time to Stand Up” (Freedom From Religion Foundation, 2001).
- [10] Virtue Ethics (New York, 1991), p 2-3.
- [11] Friedrich Nietzsche, Güç İstenci, Say Yayınları, s. 465.
- [12] Friedrich Nietzsche, Putların Alacakaranlığı, İş Bankası Yayınları, s. 61.
- [13] Friedrich Nietzsche, Gay Science, Vintage, 1974, s. 282.
- [14] The Miracle of Theism (Clarendon Press, 1982), p 115-116.
Bu yazı, John Lennox’ün “Where is God in a Coronavirus World?” (The Good Book Company, 2020) adlı kitabından alıntılanmıştır
Çevirmen: İbrahim Yeşua Özçelik