Çağrı olgusu her zaman Hristiyan kimliğinin merkezinde yer almıştır. Hristiyan topluluğuna girmek, İsa’nın ilk izleyicileri açısından, diğer kimliklerle kuvvetli gerginlik halindeki bir çağrıya ortak olmak demekti. Bununla beraber, Hristiyanlık Akdeniz dünyasında yayılıp imparatorluğun inancı haline geldikçe bu gerginlik hafiflemeye başladı.
Hristiyanlık, zulüm gören saklı bir mezhepten Roma İmparatorluğu’nun resmi dini haline dönüştüğünde, manastır sistemi kısa süre içinde ana kiliselerin gevşekliğinin ve dünyeviliğinin artmasına karşı gösterilen oldukça gergin tepki şeklinde bir alternatif olarak ortaya çıkmıştır. Manastırlar İsa uğruna her şeyi bırakma yönünde bir eylem çağrısında bulunmuşlardır. Büyük Basilieos’un (329-379) manastır topluluğunun kurallarında açıkladığı gibi, “Başlangıç olarak kişinin kendini tüm dışsal materyallerden; mal mülkten, kendini önemli görmekten, sosyal sınıftan ve değersiz arzulardan soyutlamasıyla bir adım atılır, yani Rab’bin öğrencilerinin bıraktığı kutsal örnek izlenir. Yakup ile Yuhanna babaları Zebedi’yi ve tüm geçim kaynaklarının tek dayanağı olan teknelerini terk etmişlerdir.”
Bu çağrı sanki felakete bir davetiye gibidir; sonuçta tüm Hıristiyanlar Mesih’i izlemek üzere ağlarını terk etmeye “çağrılmışlarsa” balığı kim yakalayacak? İneği kim sağacak? Mahsulü kim toplayacak? Yolları kim yapacak? Bezleri kim değiştirecek? Adaleti kim sağlayacak? Yine de sonraki milenyumda manastır sistemi Hristiyanlığın en etkili ve uzun soluklu kurumlarından biri olduğunu kanıtlamıştır. Bu sistem, filozof Charles Taylor’un belirttiği gibi, Hristiyanlığın “farklı hızlarda” işlemesini sağlamıştır. Kilise, “görev/çağrı” terimini manastır yaşamına kısıtlayarak herkesin böyle çetin bir sofu hayata çağrılmadığını – hatta yalnızca oldukça az kişinin çağrıldığını – kabul ederken, ruhsal bir mükemmellik idealini de korumuştur. “Dünyada” hizmet edenlerin hizmeti daha az adanmış olanların ihtiyaçlarını karşılayacak ölçüde sadece daha düşük bir hızda görülürken, manastırlar dindar “virtüözlere” hızlı bir hat sunmaktadır.
Orta Çağ yazarları Hristiyan toplumunu genel olarak üç kısma ayırmışlardır: kilise, siyasi düzen ve ekonomi. On birinci yüzyıldan bir piskopos olan Laonlu Adalbero şöyle ifade etmiştir: “Tek halde düşündüğümüz Tanrı’nın evi aslında üçe ayrılmıştır: bazıları dua eder, bazıları savaşır, bazılarıysa çalışır… Birinin icra ettiği hizmet diğer ikisinin çalışmalarına hazırlık olur ve her biri herkesin işini rahatlatmak için kendi payına düşeni yapar.” Ama Orta Çağ’ın ilerleyen dönemlerine bu düzen zorlanma belirtileri göstermeye başlar.
İşte o anda Martin Luther ortaya çıktı.
Tümüyle yeni bir hat
Luther (1483-1546) hayatı ruhsal hızlı hatta yaşamaya çalışmış ama kendisine fayda sağlamamıştır. O günlerini, “Azar almadan bir keşiş hayatı sürdürmüş olmama rağmen, Tanrı’nın önünde kendimi oldukça huzursuz bir vicdana sahip bir günahkâr olduğumu hissediyordum” sözleriyle anar. Wittenberg’deki üniversitede ilahiyat profesörü olarak Kutsal Kitap hakkında ders veren Luther kademeli olarak Hristiyanlıktaki kurtuluşa dair oldukça farklı bir anlayış geliştirmeye başlamıştır. Bu anlayış, hem “hızlı hatlar” ile “yavaş hatlar”dan hem de görev/çağrının muhakkak kişinin dünyayla bağlantılarını kopartacak kadar manastıra kapanması anlamına geldiği düşüncesinden tümüyle uzaklaşmıştır.
Luther’in devrim yaratan yeni “yalnızca imanla aklanma” teolojisi, insan yaşamının iki temel ilişkinin kesişme noktasında sürdürüldüğü anlayışına dayanır: “Tanrı önünde”ki dikey ilişki ile “insanların önünde”ki yatay ilişki. Tanrı’nın önünde, insanlar tamamen pasif, muhtaç bir ilişki halindedir. Luther sınırlı varlıklar olarak bizlerin kendi kurtuluşumuzu ve hatta herhangi bir iyi şeyi hak edemeyecek kadar tümüyle aciz olduğumuzu savunmuştur. Luther’in görüşüne göre Müjde’yi “iyi haber” yapan şey, Tanrı’nın günahkârlara bahşettiği saf armağan olan doğruluğu bize açıklamasıdır.
Luther, “Bu hediyeyi edinmek için ne yaparız?” diye sormuştur. “Hiçbir şey. Bu doğruluk hiçbir şey yapmamak, hiçbir şey duymamak ve yasa veya işler hakkında hiçbir şey bilmemek ve yalnızca şuna inanmak demektir: Mesih… bir Hâkim olarak değil, bize [yani bizim lehimize] Tanrı’dan bilgelik, doğruluk, kutsallık ve kurtuluş olan göklerde Baba’nın sağ elinde oturmaktadır.”
Luther, bu doğruluğun bize Tanrı’nın Sözü aracılığıyla karşılıksız verildiğini savunmuştur. Ancak cisimleri adlandırabilen – örneğin, Adem’in Aden bahçesinde hayvanlara isimler vermesi gibi – insan sözlerinin aksine Tanrı’nın Sözü güçlüdür. Söz evrenin yoktan var olmasını sağlamıştır ve aynı yaratıcı Söz Mesih kıyıda öğrencileriyle veya Kutsal Yazılar, vaaz veya sakrament aracılığıyla kilisesiyle konuşurken imanı var olmasını sağlamaktadır.
Luther’e göre görev/çağrı Hristiyan kimliğini tanımladığı anlamına gelmekteydi. Aynı zamanda görev/çağrı Tanrı’nın “hızlı hattında” bir rahip veya keşiş olmaya yönelik özel bir davet değil, Tanrı’nın sözünün insanları imanla Mesih’te bir kılan dönüştürme gücüydü. Bu oldukça soyut bir mesele gibi görünebilir, fakat on altıncı yüzyılda radikal etkiler yaratmıştır. Luther 1520’de yaptığı Address to the German Nobility adıyla bilinen konuşmasında bu etkileri şaşırtıcı netlikle dillendirmiştir: Dini ile seküler, kutsal ile bayağı arasındaki fark, sadece “öylesine çalışanların ürettiği sahte bir kurgu”dan başka bir şey değildir, çünkü “vaftizimiz istisnasız her birimizi takdis eder, bu da hepimizi kâhin kılar.”
Ancak Luther, tüm Hristiyanların aynı görevleri yerine getirmeye veya aynı konumları işgal etmeye çağrıldığını söylemiyordu. Luther, insan Tanrı’nın lütfuna karşılık gelecek herhangi bir icrada bulunamayacak kadar aciz olduğundan dolayı, Tanrı’nın iyi işlerimize ihtiyacının olmadığını öne sürmüştür. Fakat komşularımız buna ihtiyaç duyar. Bu nedenle Tanrı her şeyi, herkesin Mesih’in bedeninin işlemesine katkıda bulunmak üzere kendine uygun göreve atanmasını sağlayacak şekilde, düzenlemiştir. İnsanları imanla Mesih’le bir kılan görev/çağrı her zaman önceliktedir. Fakat, açıklamasına “içimde bu doğruluğa sahip olduğumda” diye başlayan Luther şöyle devam eder:
Göklerden yeryüzünü verimli kılan yağmur gibi düşüyorum. Yani, başka bir krallığa varıyorum ve fırsat çıktıkça iyi işlerimi gerçekleştiriyorum. Eğer Söz’ün bir hizmetlisiysem vaaz veriyorum, üzgün olanları teselli ediyorum, sakramentleri yerine getiriyorum. Eğer babaysam, evimi ve ailemi yönetiyorum, çocuklarımı Tanrı’ya hürmetli ve dürüst olmaları için eğitiyorum. Eğer memursam, ilahi buyrukla edindiğim görevin gereklerini yerine getiriyorum. Eğer hizmetliysem, efendimin işleriyle sadakatle ilgileniyorum.
Kısacası, kendi doğruluğunun Mesih’inkinin olduğundan emin olan biri yalnızca sevinçle ve memnuniyetle bu çağrıya yönelmekle kalmaz, yöneticilere, hatta onların kötü yasalarına ve şimdiki yaşamda mevcut her şeye –gerekirse, yüklere ve tehlikeye dahi– duyduğu sevgi uğruna kendini adar da. Çünkü Tanrı’nın bunu istediğini ve bu itaatin O’nu memnun ettiğini bilir.
Not: Türkçesi E-Manet Dergisinden alınmıştır.
Yazar: David C. Fink
Kaynakça: https://christianhistoryinstitute.org/magazine/article/liberating-those-who-work