Perpetua
202’de İmparator Septimus Severus Hristiyanlığa geçişi yasakladı. İmparatorun attığı bu adımın ardından özellikle Kuzey Afrika’da Hristiyanlara karşı ciddi bir zulüm ortamı ortaya çıktı. Genç, soylu ve yeni Hristiyan olan Perpetua o zamanlar Kartaca’da yaşamaktaydı ve vaftizine hazırlanmaktaydı. Perpetua 22 yaşında ve bebeğini emziriyor olmasına rağmen diğer 4 Hristiyan ile birlikte tutuklandı ve hapse atıldı.
Tutuklu iken bana olan sevgisinden ötürü babam, beni ikna edip kararımdan döndürmeye çalışıyordu.
“Baba” dedim “Buradaki vazoyu görüyor musun?”
“Evet görüyorum.” dedi.
Ve ona dedim ki “Ona olduğundan başka bir şeyin ismini verebilir miyiz?”
“Hayır.” diye cevapladı.
“İşte; ben de aynı şekilde olduğum şey dışında başka bir isimle çağırılamam. Ben Hristiyanım.” dedim
Bunun üzerine babam ‘Hristiyan’ kelimesine o kadar kızdı ki, öfkeyle üzerime doğru yürüdü. Asılsız iddialarıyla beni köşeye sıkıştırmaya çalıştı ancak kendisi mağlup olarak yanımdan ayrıldı. Tertius ve Pomponius isimli kutsanmış iki diyakon, birkaç saatliğine dinlenebilmemiz ve hapishanenin daha iyi bir köşesine gitmemiz için askerlerle görüştü. O sırada açlıktan baygın düşen bebeğimi emziriyordum. Endişeli olmama rağmen annemle, bebeğim hakkında konuştum ve kardeşimi teselli ederek bebeğimi onlara emanet ettim. Acı çekiyordum, çünkü ailemin benim için duydukları üzüntüyü görebiliyordum. Bunlar, günlerce katlanmak zorunda kaldığım denemelerdi. Ardından bebeğimin benimle hapishanede kalabilmesi için izin aldım. Çocuğum için artık endişelenmediğim için kısa zamanda sağlığıma geri kavuştum. Hapishane birdenbire saraya dönüşmüştü. Ardından erkek kardeşim bana, “Sevgili kızkardeşim, sen büyük bir ayrıcalığa sahipsin. Tanrı’dan serbest bırakılıp bırakılmayacağını anlaman için görüm görmeyi isteyebilirsin” dedi. Kendi kendime bunu yapacağıma dair söz verdim. Çünkü biliyordum ki büyük lütuflarını deneyimlediğim Tanrı’mız ile konuşabilirim. Ardından O’na isteğimi sundum ve şu görümü gördüm:
Göklere kadar uzanan ve bronzdan yapılmış bir merdiven gördüm. Ama bu merdiven o kadar dardı ki, tek bir seferde sadece bir kişi tırmanabilirdi. Merdivenin iki yanında kılıçlar, mızraklar, kancalar, hançerler ve çiviler gibi silahlar vardı. Eğer biri tırmanırken dikkatli olmazsa bedeni bu aletler tarafından parçalanabilirdi. Merdivenin dibinde devasa bir ejderha yatıyordu. Ejderha, tırmanmaya çalışanlara saldırarak onları korkutup vazgeçirmeye çalışıyordu. Saturus (Perpetua’ya Hristiyanlık yolculuğunda öncülük eden kişi) merdiveni ilk tırmanan oldu. Tutuklandığımızda orada olmasa da gücümüzün mimarı oydu. Merdivenin tepesine ulaştı ve bana dönüp bakarak “Perpetua, seni bekliyorum. Ama dikkatli ol, ejderhanın seni ısırmasına izin verme.” dedi. “İsa Mesih’in adı ile o bana zarar veremeyecek.” dedim. Yavaşça, sanki benden korkarmışçasına, kafasını merdivenin altından dışarı çıkardı. İlk basamak olarak, onun kafasına basıp merdiveni çıktım. Ardından uçsuz bucaksız bir bahçe gördüm ve içinde uzun boylu, çoban kılığında, kır saçlı bir adam kuzuyu sağıyordu. Etrafında beyaz giysilere bürünmüş binlerce insan vardı. Başını kaldırdı, bana baktı ve “Gelmene çok sevindim çocuğum.” dedi. Beni yanına çağırdı ve sağdığı sütten verdi. Avucumla sütü alarak içtim. Çevrede duran herkes hep bir ağızdan “Amin!” dedi. Ağzımda hala duran tatlı bir lezzet ile kendime geldim. Görümü hemen kardeşime anlattım. Acı çekmemiz gerektiğini ve bu hayata dair hiçbir umudumuzun kalmadığını anladık.
Birkaç gün sonra duruşma yapılacağına dair bir söylenti çıktı. Endişe içinde ve beni ikna etme düşüncesiyle babam da gelmişti. “Kızım” dedi. “Bu ak düşmüş başıma, acı! Eğer ki baban diye çağırılmaya layıksam, seni erkek kardeşlerinden kayırdıysam, hayatının bu baharına kadar yaşaman için seni yetiştirdiysem bana, babana acı. Erkek kardeşlerini düşün, anneni ve teyzeni düşün, sensiz yaşayamayacak olan çocuğunu düşün. Gururunu bir kenara bırak! Hepimizin sonu olacaksın! Eğer sana bir şey olursa hiçbirimiz bir daha özgürce konuşamayacağız.” Babam bana olan sevgisinden dolayı böyle konuşuyordu. Ellerimi öpüyor ve diz çöküyordu. Onu teselli etmeye çalışarak, “Her şey Rab’bin istediği gibi olacak” dedim. Yanımdan derin bir üzüntü ile ayrıldı. Bir gün hepimiz kahvaltı ederken aniden vali Hilarianus’un huzurunda bir duruşmaya götürüldük. Sırayla herkes yargılanıyordu. Sıra bana geldiğinde babam bir anda bebeğimle ortaya çıkıp, “Kurbanı sun, bebeğine acı” diye seslendi.
Vali Hilarianus bana “Babanın ak düşmüş başına acı, daha küçücük olan oğluna acı. İmparatorların refahı için kurbanları sun.” dedi. “Yapmayacağım.” diye karşılık verdim. Hilarianus, “Hristiyan mısın?” diye sordu. “Evet öyleyim.” diye yanıtladım. Babam beni vazgeçirmeye çalışmakta ısrar edince Hilarianus onun yere atılmasını ve sopayla dövülmesini emretti. Babam için üzüldüm, sanki kendim dövülmüşüm gibi derinden üzüldüm. Ardından Hilarianus hepimiz hakkındaki hükmünü bildirdi. Yırtıcı hayvanların önüne atılacaktık. Hapishaneye yüreklerimiz sevinçli şekilde geri döndük.
Amfitiyatroya doğru
7 Mart 203’te yaşananlar, bir gözlemci tarafından anlatılıyor.
Zafer günü gelmişti. Zindandan amfitiyatroya, sanki cennete gidiyorlarmış gibi sevinçle yürüdüler. Tanrı’nın sevgili çocuğu ve Mesih’in gelini olan Perpetua, sakin adımlarla yürüyordu. Kapılara doğru götürülürlerken pagan giysiler giymeye zorlandılar. Ama Perpetua sonuna kadar direndi. “Buraya kendi özgür irademiz ile geldik ve inancımıza sadık kalabilmek için canlarımızı feda etmeyi kabul ettik” dedi. Askerler isteklerini kabul etti, arenaya kendi giysileriyle geleceklerdi. Perpetua ilahi söylemeye başladı. Ardından, Hilarianus’un görüş alanına girdiklerinde hareketleri ve ifadeleriyle ‘Bizi mahkum ettiniz, ama Tanrı da sizi mahkum edecek’ der gibiydiler. Bu sırada kalabalık öfkelendi ve onların gladyatörler tarafından kamçılanmalarını istediler. İmanlılar Rab’bin acılarının bir kısmını paylaşabilecekleri için sevinçten coştular. Tamamen soyuldular, ağlara bağlandılar ve arenaya çıkarıldılar. İçlerinde yeni doğum yapmış genç bir kadını görünce kalabalık bile dehşete düştü. Vahşi hayvan ilk olarak Perpetua’ya saldırarak onu sırtüstü yere düşürdü. Saçları dağılan Perpetua, saçlarını bir arada tutturmak için bir iğne istedi; çünkü bir şehidin yas tutuyormuş gibi görünmesini istemiyordu. Sonra ayağa kalktı ve Hristiyan kölesi Felicitas’ın yerde yattığını gördü. Yanına giderek destek oldu. Kalabalığın öfkesi yatışmıştı, bu arada Yaşam Kapısı’ndan onları geri çağrıldılar.
Perpetua daha sonra kardeşini çağırarak onunla konuştu ve şöyle dedi: “Hepiniz imanda sımsıkı durmalısınız, birbirinizi sevmelisiniz ve bizim yaşadıklarımızdan dolayı zayıf düşmemelisiniz.” Zulüm sona ermek üzereydi. Bu arada bir leopar salıverildi ve leopar tek bir hamlede Saturus’u kanlar içinde bırakmıştı. Bilinci kapalı bir şekilde Saturus’u bir kenara attılar. Kalabalık cesetlerin açığa çıkarılmasını istedi. Bunun üzerine imanlılar ayağa kalkarak kalabalığın istediği yere gitti ve birbirlerine sarılarak kutsal öpücükle şehitliklerini mühürlediler. Cellatlar kılıçlarını aldı ve ilk Saturus’u şehit etmişlerdi. Bir kez daha Perpetual’ı bekliyordu. Perpetua’nın acıları henüz son bulmamıştı. Kemiğine darbe alan Perpetua, acı bir çığlık attı. Ardından gladyatörün titreyen elini tutarak boğazına doğru götürdü.
Cesur ve kutsanmış şehitler! Sizler Rabbimiz İsa Mesih’in yüceltilmesi için çağırıldınız ve seçildiniz!
* Perpetua’nın kocasına ve oğluna ne olduğu bilinmiyor.
Polikarp
Polikarp, MS 70 civarında doğdu ve büyük olasılıkla İsa’nın görgü tanıklarını tanıyordu. 110 yılından önce önce Smyrna (İzmir) piskoposu seçildi. 156’daki bir pagan festivalinde öfkeli bir kalabalığın talepleri üzerine tutuklandı. Kısa bir süre sonra Smyrna’daki (İzmir) Hristiyanlar tarafından kaleme alınan yazı, Yeni Antlaşma’nın dışında günümüze kadar ulaşmış Hristiyan bir şehidin en eski hikayesidir.
Tanrı’nın sevgilisi olan ve Tanrı’dan korkan Hristiyanların davranışları karşısında şaşkın düşen kalabalık, “Uzak durun inançsızlar, Polikarp’ı aramamıza izin verin” diye bağırdı. Bu sözleri duyan Polikarp endişelenmedi ve şehirde kalmayı tercih etti ve şehirden çok uzak olmayan küçük bir yere çekildi. Zamanını kendisi gibi kardeşleri ve kilise için gece gündüz dua etmeye kendini adayan imanlılarla geçirdi. Tutuklanmadan üç gün önce dua ederken bir görüm gördü ve yanındakilere, “Diri diri yakılmam gerekiyor” dedi.
Yetkililer Polikarp’ın hizmetçilerinden birine işkence ederek onun nerde olduğunu öğrendi. Hazırlık Günü’nde onu bir kulübede, üst katlardan birinde uzanırken buldular. Başka bir çiftliğe gidebilirdi, ancak ‘Tanrı’nın iradesi gerçekleşsin.’ diyerek orada kalmıştı. Onların geldiğini duyunca aşağı inerek onlarla konuştu. Onlara yiyecek ve içecek ikramında bulundu ve dua etmesi için kendisine bir saat izin vermelerini rica etti. İsteğini kabul ettiler ve Tanrı’nın lütfuyla dolan Polikarp, bütün yüreğiyle Rab’be dua etti. Duasını işitenler ona hayran kalmıştı ve böyle kutsal bir yaşlı adamın peşinden geldikleri için pişman oldular.
Stadyuma girerken göklerden bir ses Polikarp’a “Güçlü ol” diye seslendi. Kimse konuşanı görmedi, ama orada olanlar sesi işitmişti. Polikarp’ın yakalandığını duyanların uğultusu yankılanıyordu. Valinin huzuruna götürüldü ve aradıkları kişi olup olmadığını sordu. Polikarp’ın aradıkları kişi olduğunu söylemesi üzerine vali, kendisini ikna etmeye çalışarak, “Yaşına saygı göster, Sezar’ın yüce adıyla yemin et ve tövbe et” ifadelerinde bulundu. Polikarp, ciddi bir ifadeyle stadyumdakilere baktı, ardından gözlerini göğe kaldırdı. Valinin, “Mesih’e lanet et, seni serbest bırakacağım” demesi üzerine, Polikarp, “O’na 86 yıl boyunca hizmet ettim ve bana hiçbir yanlışı olmadı. Beni kurtaran Kralıma nasıl küfrederim?” dedi. Vali, “Burada vahşi hayvanlarım var, eğer tövbe etmezsen seni onlara atacağım. Onlara atılmayı küçümsüyorsan tövbe etmemenin karşılığında seni ateşe atarım” diye karşılık verdi. Polikarp ise, “Sen beni ancak bir saat süreyle yanıp, sonra sönecek ateşle tehdit ediyorsun, fakat kötüler üzerine gelecek yargı ateşinden ve sonsuz cezadan habersizsin. Ne duruyorsun? Ne yapacaksan yap!” dedi. Bunları söylerken yüreği cesaret ve coşku ile, yüzü ise lütufla dolduydu. Kendisine söylenenler valiyi şaşkına uğratmıştı. Vali, stadyumun ortasında üç kez ikrar etmesi için yardımcısını gönderdi. Polikarp’ın imanını üç kez ikrar etmesi üzerine Smyrna’da yaşayan tüm uluslardan ve Yahudilerden oluşan kalabalık, kontrol edilemez bir öfkeyle ve yüksek sesle haykırdı: “Bu, Asya’nın öğretmeni, Hıristiyanların babası, tanrılarımızı yok eden, birçoklarına kurban kesmemeyi ve tapınmamayı öğretendir.” Öfkeli kalabalık Polikarp’ın üzerine bir aslanın salınmasını istedi, ardından hepsi tek bir ağızdan diri diri yakılmasını istediklerini haykırdı. Gördüğü görüm üzerine kardeşlerine dönerek, “Diri diri yakılmam gerekiyor” dedi.
Her şey o kadar hızlı gerçekleşti ki, halk odunları, çalı ve çırpıları bir araya getirmişti. Direğe çivilenmek üzereyken, ”Böyle kalayım, ateşe dayanmayı sağlayan Tanrı, çivilerle sabitlenmeden olduğum yerde kalmamı sağlayacaktır” dedi. Kalabalık, bedeninin alevler tarafından yok edilemeyeceğini görünce, celladın hançerle öldürmesini istediler. Hançerle öldürülen Polikarp’ın kanı her yere yayıldı. Herkes inançsızlar ile Tanrı tarafından seçilmiş olanlar arasındaki büyük fark karşısında şaşkına döndü.