14 Bu nedenle, sevgili kardeşlerim, putperestlikten kaçının. 15 Aklı başında insanlarla konuşur gibi konuşuyorum. Söylediklerimi kendiniz tartın. 16Tanrı ya şükrettiğimiz şükran kâseleriyle Mesih ‘in kanına paydaş olmuyor muyuz? Bölüp yediğimiz ekmekle Mesih ‘in bedenine paydaş olmuyor muyuz? 17 Ekmek bir olduğu gibi, biz de çok olduğumuz halde bir bedeniz. Çünkü hepimiz bir ekmeği paylaşıyoruz. 18 İsrail halkına bakın; kurban etini yiyenler sunağa paydaş değil midir? 19 Öyleyse ne demek istiyorum? Puta sunulan kurban etinin bir özelliği mi var? Ya da putun bir önemi mi var? 20 Hayır, yok! Dediğim şu: Putperestler kurbanlarını Tanrı ya değil, cinlere sunuyorlar. Cinlerle paydaş olmanızı istemem. 21 Hem Rab ‘bin, hem cinlerin kâsesinden içemezsiniz; hem Rab’bin, hem cinlerin sofrasına ortak olamazsınız. 22 Yoksa Rab’bi kıskandırmaya mı çalışıyorsunuz? Biz O’ndan daha mı güçlüyüz? (1.Korintliler 10:14-22)
Bu paragraf ile Pavlus, Korintliler’le 8:1’de başlamış olduğu, tapmak şölenlerine gitmekle ilgili tartışmayı bir sonuca bağlıyor. Yukarıda da tartıştığımız gibi (sf. 390), Pavlus’un bu yasaklamaya varmada izlediği dolambaçlı yol, Pavlus’un bu tepkiyi vermesine neden olan mektuptaki tartışmanın doğası yüzündendir. Her halükarda, 8:4-6’daki tartışma (Korintliler’in mektuplarından alıntılar dâhil olmak üzere), 8:10’da sorunun açıkça belirtilmesi, ve hemen ardından gelen tartışma (a.1-13) doğrudan bu paragrafa yönelir.
6:12-20’deki (öz. 6-18) tartışmaya benzer şekilde, Pavlus sonunda putperestliğe karşı bir yasaklama getiriyor (a. 14). Sonra da onların mantıklı olmasını istiyor ve(a.l5), Rab’bin Sofrası’yla ilgili kendi tecrübelerini (a. 16-17) ve E.A.’daki kutsal yemekleri (a. 18) örnek göstererek, aynı gerçeğin putperest sofraları için de geçerli olduğunu anlatıyor (a. 19-20). Bu durumda, bir sofraya katılan bir kişinin diğer sofraya katılması imkânsızdır (a.21). Son olarak da, İsrail’in Tanrı’yı denemesi gibi (a.9), bunun da Mesih’i ‘denemek’ ve O’nu kıskandırmak olduğunu söylüyor (a.22).
Pavlus’un yasaklaması iki yönlüdür: 1) Kutsal sofraları, inananların tapındıkları ve o anda orada bulunduğuna inanılan tanrıları arasında bir ‘paydaşlık’ olarak algılaması. 2) EA dayalı olarak, putperestliği cinlerle ilgili bir kavram olarak görmesi.
Yasaklama için kullandığı bu iki sebebin, onların yazmış olduğu mektuptaki iki temel tartışmaya cevap verdiğini vurgulamakta yarar var. Demişlerdir ki 1) madem bir put gerçek değildir, sadece ne yediğimiz değil, aynı zamanda nerede yediğimiz önemsizdir; 2) kendi kutsal sofralarımıza katıldığımız sürece Mesih’te güvendeyiz. 8:4-6’da bilgilerinin içeriği konusunda onlarla tartışırken Pavlus demiştir ki putperestler için ‘pek çok ilah ve pek çok rab’ vardır ve bazı kişiler için bu ‘ilahların’ öznel bir gerçekliği vardır. Şimdi de onların ilah olarak değil ama cinler olarak bir gerçekliği olduğunu vurgular. Benzer şekilde bundan bir önceki tartışmada (a.1-13), tanrısal bir şekilde hazırlanmış olan İsrail örneğinde şunu gösterir ki kutsal törenlerde özel bir koruma yoktur. Şimdi de bunun ötesine ilerleyip her iki kutsal törenden yemenin imkânsız olduğunu söylüyor. Bu törenlerdeki ‘paydaşlık’ türü bunu imkânsız kılar.
14 Güçlü bir sebep ifadesi olan ‘bu nedenle’ ile başlayarak Pavlus önceki tartışmayı mantıklı bir sonuca bağlıyor. 1-13 ayetlerinde, İsrail’in ‘putperestliğinin’, ‘kutsal törenlere’ rağmen çölde yok olmalarına neden olduğunu örneklerle gösteriyor. Korintliler’i benzer bir olasılıkla uyardıktan sonra (a.11-12), tartışmayı dostane bir yalvarış, ‘sevgili kardeşlerim’, ve doğrudan bir yasaklama, ‘putperestlikten kaçının’, ile sonlandırıyor. 13. ayetteki uyarı ve teselli sözlerinden sonra bu çok yerinde bir yaklaşımdır. ‘Tanrı gerçek denenmelerde size bir çıkış yolu gösterecektir’ diyerek onları teselli ediyor, ‘ama sevgili kardeşlerim, buna kasıtlı bir şekilde putperestlik yapmak dahil değildir’ diyor. Bu kullanım bize 4:14’ü hatırlatır, burada onlarla uzun mücadelelerle dolu bir tartışmadan sonra onlarla tartışırken kullanmak zorunda kaldığı sert tavra rağmen onlara onun sevgili çocukları olduklarını hatırlatır. ‘Putperestlik’ için kullanılan kelime, 5:10-11 ve 10:7’de (krş. 6:9) kullanılan kişisel isim ile aynıdır ve tapınaklarda yemek yemenin söz konusu olduğunu (10:7) ve Pavlus’un muhtemelen bunu önceki bir mektubunda yasakladığını (5:9) ima eder. Yasaklamanın, temel olarak teolojik bir tartışmadan sonra gelmesi konusunda bkz. 6:18 ve 8:13.
15 14. ayetteki bu yasaklama hem ani hem de kesindir. Şimdi Pavlus, Rab’bin Sofrası konusunda kendi tecrübelerini örnek göstererek bunun ne kadar mantıklı olduğunu göstermeye çalışıyor. Korintliler anlayışları konusunda oldukça gururlu oldukları ve bunu Pavlus’a da ifade ettikleri için Pavlus der ki ‘aklı başında insanlarla konuşur gibi konuşuyorum’. 4:10’da aynı dili kullanarak biraz kinaye yapmış olsa da, burada öyle bir amacı varmış gibi görünmez. 5:3’te olduğu gibi, buradaki ‘gibi’ bir gerçekliğe işaret eder sadece teorik bir olguya değil. Kendilerinin de itiraf ettiği üzere aklı başında insanlar oldukları için, 11:13 ve 14:20’de olduğu gibi onlara ‘söylediklerimi kendiniz tartın’ der, daha doğrusu bu durumda ‘söyleyeceklerimi’. Ama burada bu sözler doğru mudur yoksa yanlış mıdır diye bunu ‘kendiniz karar verin’ anlamında söylemez. Pavlus’un haklı olduğunu kendileri tartacaktır!
16 Elçi, Rab’bin Sofrasından iki yerde bahseder, bu da bu yerlerden biridir (diğeri, 11:17-34). Dolayısıyla bir hayli ilgi görmüş bir bölümdür. Vurgulamamız gerekir ki burada Rab’bin Sofrası Pavlus’un temel kaygısı değildir, 19-21 ayetlerinde bahsedilen putperest sofralar asıl konudur. Bu bölüm, a. 19-21’de diyecekleri konusunda bir ön-varsayımdır. Kendi kutsal törenleri konusunda (muhtemelen) ortak ve doğru anlayışları ve İsrail konusunda Kutsal Kitap’a dayalı anlayışları ışığında putperest sofralara katılmanın mantıksızlığını gösterir Pavlus. Pavlus’un, Rab’bin Sofrası ile ilgili anlayışı konusunda buradan çok şey öğrenebiliriz, ancak burada sadece iki sofra arasındaki benzerlik vurgulandığı için tüm bakış açısını öğrenemeyiz.
Pavlus demektedir ki, Hıristiyan Sofrasının doğasında öyle bir şey vardır ki, bu sebepten ötürü başka bir sofraya katılmak kesinlikle imkânsızdır. Bu şeyi Pavlus koinonia (‘paydaşlık, katılım’) olarak tanımlar. Bu terimle tam olarak ne kastettiği biraz sorunludur; aynı zamanda Hıristiyan kilisesindeki büyük ayrılıklardan birinin -yani Hıristiyan Sofrasının doğası ve bu çerçevede Mesih’le ilişkisi konusunda doğru bir anlayış-odak noktasıdır. Sorun şu ki, Pavlus, kutsal törenlerde Tanrı ile (bir Hıristiyan için Mesih’in kendisi) koinonia mı vardır diyor, yoksa kurban aracılığıyla tanrıya tapınırken ve onun onurunda yerken diğer katılımcılarla ile koinonia mı vardır diyor? Çözüm muhtemelen ikisi arasında bir yerdedir. Dilsel ve edebi kanıtlar, koinonia’nın tapınmacıların kendisi ile ilgili olduğuna işaret eder; ancak tapınmalarının temeli ve odağı, aralarında bulunduğu farz edilen Tanrıdır.
O zaman, Pavlus’un bu sofranın tapınanları birbirine bağlayan doğasını vurgulamayı amaçladığına şüphe yoktur. 17. ayet bunu açıkça gösterir. Buradaki kâse ve ekmek sırasının YA’ya has olduğunu belirelim. Ne var ki 11:23-25, standart sıralamanın (ekmek-kase) Pavlus’un kiliselerinde yaygın olduğunu gösterir. Dolayısıyla, burada sıranın farklı olması Pavlus’un ekmeği söz konusu durum ışığında örnek olarak kullanmak istemesidir, yani inanlıların ‘bir ekmeği’ paylaşmalarından doğan paydaşlıktaki birliğe işaret etmektedir.
Ancak aynı zamanda, bu sofraların dini doğaları bir ilaha tapmanın söz konusu olduğuna kanıttır, sonuç olarak bu kişiler bu ilahların bu sofrada bir şekilde aralarında olduklarına inanırlardı. Bu özellikle Yahudilikte geçerlidir, Yahudilere ‘ Yahve’nin huzurunda’ yemeleri açıkça buyrulur. Bu, en azından ‘onun tapınağında’ anlamına gelir çünkü yemekten önce kurban gelirdi. Dolayısıyla Yahve’nin bir şekilde bu sofrada bulunduğuna inanılırdı. Putperest sofralarda da bu aynıdır, çünkü en azından bir papirüs davetiyesinde bir ilahın ev sahipliği yapacağını görüyoruz. Hıristiyan sofrasında da bu söz konusudur. İsa’nın kendi bu sofraların ilkinde ev sahipliği yaptı, ayrıca ilk kilise onların toplantılarında onun Ruhen orada olduğuna inanırlardı (krş. 5:3-5). Maranata duasının kullanımını da muhtemelen bu şekilde algılamalıyız (bkz. 16:22’deki açıklama).
Ancak kanıtlar, yemeğin kendisinin kutsal olduğuna ve yemeğin kendi Rabmiş gibi, yenmesiyle ‘Rabbi paydaş ettiklerine’ dair bir anlam göstermez. Ne dil, ne dilbilgisi, ne İsrail örneği ne de putperest sofraların örneği bu tür bir anlama işaret etmez. Dolayısıyla ‘paydaşlıkları’, daha önceden Ruh aracılığıyla onları Mesih’le bir yapmış yeni antlaşmanın kanma dayanan, Mesih’teki ortak yaşamlarının bir kutlamasıydı. ‘Paydaşlıkları’ birbirleriyle idi ancak odak noktası ve dayanak Mesih, ölümü ve dirilişiydi; dolayısıyla onun huzurunda beraberlerdi ve kendi sofrasında ev sahipliği yaparak O da onlarla aklanmanın faydalarını paylaşabiliyordu. İnanlılar ve Rableri arasındaki bu özel ilişkinin kutlandığı sofra dolayısıyla cinlerin sofrasındaki ‘inanlıların’ durumu ile bir benzerlik kurulabiliyor. Bu bölümde sanki kâse dikey boyutu, ekmek de yatay boyutu göstermektedir (krş. a.21).
Pavlus kâse ile başlar: ‘Kutsadığımız kutsama kâsesiyle Mesih’in kanma paydaş olmuyor muyuz?’ cümlesinde ‘kutsama kâsesi’ ‘şükran kasesi’ olarak çevrilmiştir çünkü anladığımız kadarıyla bu sofranın Hıristiyan anlayışında bu kelime daha yaygın hale gelmiştir (krş. 11:24). Ne yazık ki bu tercüme bu dilin zengin Yahudi geçmişini yitirmemize neden oluyor. Bereketleri için Yaratan’a ‘kutsamalar’ sunmak Yahudi sofralarında yaygın bir gelenekti. ‘Kutsama kâsesi’, yemeğin sonunda sunulan son kutsamanın teknik ifadesiydi. Son Aksam Yemeğinde Rabbimizin kutsadığı ve ‘kanımla gerçekleşen yeni antlaşma’ olarak nitelendirdiği kâse budur (krş. 11:25, ‘yemekten sonra’). İlk kilise de bu kutsamanın dilini Rabbin Sofrası için kullanmaya başladı ve ‘kutsadığımız kutsama kâsesi’ eklemesinde bulundu, böylece onu diğer kâselerden ve özellikle ‘cinlerin kâsesinden’ ayırdı (a.21).
Pavlus’un endişesi şu ki, kâseden içmek inanlılar için ‘Mesih’in kanma paydaş olmak’ demekti. Yukarıda da belirttiğimiz gibi kutsal sofralarda yenen yemeklerin ilahın yenmesi olarak algılandığına dair bir kanıt yoktur. Dolayısıyla kâse Rabbin kendi tarafından ‘kanımla gerçekleşen yeni antlaşma’ olarak nitelendirildiğine göre (krş. Mar. 14:24) ve ilk kilise döneminde böyle anlaşılmaya devam ettiğine göre buradaki dil neredeyse kesin bir şekilde antlaşmanın faydalarına ve getirdiklerine ortak olma anlamı içerir. Bu aynı zamanda, sofralarını kurbanların sunulduğu bir sunak olarak görmediklerini gösterir. Bu bir paydaşlık yemeğiydi, Ruh’un huzurunda geriye dönüp verilen tek kurbana bakıyor ve onun hayatlarındaki faydalarını hatırlıyorlardı. Bu şekilde, ‘Mesih’in kanma paydaş’ oluyorlardı. Kanıyla Mesih’le bu şekilde birleşmiş olduktan sonra, odak noktasının yine bir ‘ilah’ olduğu putperest sofralara katılmak imkânsızdır- daha sonra Pavlus bu var olmayan ilahın aslında bir cin olduğunu açılıyor.
Benzer şekilde, ‘bölüp yediğimiz ekmek’ten bahsediyor. Yine, ilk Hıristiyanların da paydaşlık yemeği için kullandıkları Yahudi sofrasının dilini kullanıyor (krş. Elç. 2:46; 20:7, 11). Burada özgün olan bir nokta Pavlus’un ekmeği ‘beden’ olan kilise olarak yorumlamasıdır. YA’nın başka hiçbir yerinde ekmek üzerinde yorum yoktur. Pavlus muhtemelen bunu, bu bağlamdaki vurgu kilise olduğu için yapıyordur. Ekmeği yerken inanlıların mistik bir şekilde Mesih’in ‘feda edilen {kırılan) bedeni’ne ‘katılmasından’ bahsetmiyor. 17. ayette net bir şekilde yorumladığı gibi, ekmekle beyan ediyorlar ki Mesih’in ölümü sayesinde kurtulmuş insanlar, yani Tanrı’nın yeni eskatolojik halkı ile ‘ortaklar’.
17 Bazı yönlerden bu cümlede Pavlus sanki konu dışına çıkıyormuş gibi görünür, belki de 11:17-34’deki sorunu ön görüyor ve onların bölücülüğüne karşı önceden bir darbe indiriyor. Ancak kâse-ekmek sırası bunların açıklanması için belirlendiği gibi, muhtemelen bu da tartışmayı anlamak için önemlidir. Bu açıklama, koinonia’nın onları özgün, eskatolojik bir topluluk olarak birbirlerine bağlayan Rabbin Sofrası paylaşımına işaret ettiğinin en güçlü örneğidir. Tanrı’nın halkı olmaları, çarmıh sayesinde Rabbe bağlı olmaları ve bunun faydalarını bu sofrada sıkça hatırlamaları, benzer tüm sofraları putperest kılar. Dolayısıyla Pavlus’un vurguladığı nokta bu sofranın temsil ettiği beden birliği değil (ancak bunu da göz önüne bulunduruyor), Mesih’te tek beden olan kurtulmuş insanların başka birliktelikleri imkânsız kılan dayanışmadır.
Bunu, ekmek benzetmesiyle açıklıyor. Vurguladığı nokta kadar açık bir mantık sergilemeyen edebi bir düzenle diyor ki:
Ekmek bir olduğu gibi A
Biz de çok olduğumuz halde bir bedeniz B
Çünkü hepimiz B’
Bir ekmeği paylaşıyoruz A’
İlk cümle a.16’daki son kelimeleri yansıtıyor. Sofrada, hepsi ortak bir ekmeği paylaşıyor, Rab de bunu ‘bedeni’ olarak nitelendirmiştir (krş. 11:24). Pavlus şimdi diyor ki bu ‘beden’ benzer şekilde kilise olarak algılanmalıdır, çünkü orada da ‘çok’ olunmasına rağmen ‘bir beden’ söz konusudur çünkü sofrada sadece bir ekmek vardır. Benzetme net olmasına rağmen, cümlenin mantığı fazla ortada değildir, bu yüzden bir açıklama ekliyor ve ‘çünkü hepimiz bir ekmeği paylaşıyoruz’ diyor. Tek ekmeği, Mesih’in bedenini, ortak bir şekilde ‘paylaşarak’, birlikte ‘Mesih’in bedenini’ oluşturduklarını onaylamaktalar. Dolayısıyla, cinleri onurlandıran benzer ortaklıklara paydaş olamazlar. Bu sofra aracılığıyla bu yemek haline geldiklerini söylemiyor Pavlus; 12:13’te diyor ki bu Ruh’la ‘vaftiz olduğumuzda’ oldu. Bu sofrayla, Mesih’in ölümü ve dirilişi aracılığıyla Ruh’un zaten gerçekleştirmiş olduğu şeyi onaylıyorlar. ‘Beden’ benzetmesi konusunda bkz. 11:29 ve 12:12-13.
18 9:13-14’te olduğu gibi, ama bu sefer ters sırada, İsrail’deki kutsal sofralarla bir benzetme yapıyor. ‘İsrail halkına bakın’ diyor ve tartışmasında bir adım daha atıyor. ‘Kurban etini yiyenler, sunağa koinonoi (paydaş, ortak) değil midir?’ Buradaki bağlam, Pavlus’un Yas. 14:22-27’deki yemeklere atıfta bulunduğunu gösterir, 9:13’te bahsettiği görevlilerin hakkına değil. ‘Kurban etini yiyenler’ ifadesi, kurbanlar sunulduktan sonra verilen yemeği kasteder, burada ortak bir şekilde kurban etlerini yerlerdi. Kurban etinin Tanrı’yı temsil ettiğine dair Yahudi kültüründe en ufak bir ipucu bile bulunmadığına göre Pavlus ‘sunağa paydaş’ olmaktan bahsederken ancak kişilerin sunaktaki yemeği paylaştıklarını kastediyor olabilir. Pavlus’un vurgusuna göre kişiler bu yemek sayesinde Yahve’ye olan ortak tapınmalarında birbirlerine bağlanıyorlardı. Benzer olarak bu kişiler, komşularının kurban yemeklerine katılamazlardı, çünkü bunu yapmak putperestlik olurdu (krş. a.7-8).
Bu ikinci örneğin muhtemel sebebi putperest sofralara daha benzer olmasıdır, bunlarda da kurban ve sonrasında kurban etinin yendiği ziyafetler söz konusuydu. Hıristiyan sofrası, kutsal yemeğin bir benzetmesiydi sadece; onların kurbanı ilk ve son kez sunulmuştu ve artık yemekte kutlanmasına rağmen Yahudi ve putperest yemeklerinde olduğu gibi yemeğin bir parçası değildi.
19 Pavlus şimdi 16-18 ayetlerinde yaptığı benzetmeleri uygulamaya koyuyor ama bunu retorik bir şekilde onların mektuplarındaki tartışmaya değinerek yapıyor. Onlar demişti ki putların yemeği, yani putperest tapınaklarda yemek, bir Hıristiyan’ın hayatını etkileyemez çünkü tek bir Tanrı vardır; dolayısıyla putların bir gerçekliği yoktur (8:4). Pavlus, Rabbin sofrası ve İsrail’in kurban sofralarında dini bir anlam olduğunu tartışmakta olduğu için şimdi onların savlarını bu gerçeğin ışığında yorumlamalıdır. ‘Öyleyse’, geçmiş tartışmaya dayanarak, ‘kurban etinin bir özelliği mi var diyorum?’ İma edilen cevap ‘kesinlikle hayırdır’. ‘Mesih’in kanma ve bedenine paydaş olmamız’ putperest sofralarda yenen yemeklerin, gerçekten de bir ‘ilaha’ sunulmuş gibi bir özelliği olduğu anlamına gelmez. ‘Putun bir önemi’ olduğunu da ima etmemektedir Pavlus. Bu noktada hepsi hemfikirdir; putun gerçekte ‘tanrı’ olarak adlandırılabilecek bir varlığı temsil etmesi anlamında bir gerçekliği yoktur. Ancak Korintliler’in anlamadığı bir şey var ki o da bir putun bir tanrı olmamasının hiçbir doğaüstü gücü temsil etmediği anlamına gelmemesidir. Aslında bunun tam tersi geçerlidir, bunu da a.20’de açıklayacaktır.
20 Hayır, diyor Pavlus, önceki tartışmam putların gerçek olduğunu ima etmez. Ancak putperestliği EA vahyine göre anlamlıdırlar: ‘putperestlerin kurbanları cinlere sunulmaktadır. Tanrı olarak nitelendirilebilecek bir varlığa değil’. Fiilin zamanını değiştirerek Pavlus Musa’nın Ezgisi’ndeki dili (Yas.32:17) çağdaşlaştırıyor. İsrail çöldeyken, Kayaları olan Tanrı’yı tanrı olmayan ama cin olan varlıklar uğruna reddetmişti. EA’nın kendisi putperestliğin bu anlayışı konusunda teolojik bir açıklamada bulunmasa da neredeyse kesindir ki İsrail’in anlayışına göre putperestlerin ‘dilsiz’ ilahlarının doğaüstü güçleri vardı. Tek bir Tanrı olduğuna göre, böyle bir güç bir tanrıya atfedilemez; dolayısıyla putların cinleri temsil ettiği inancı ortaya çıktı.
Bu açıklama ışığında Pavlus asıl noktaya geliyor: ‘cinlerle koinonous (paydaş, ortak) olmanızı istemem’. Bu noktada, Rabbin sofrası ve İsrail’in tarihi çerçevesindeki tartışma netleşiyor. Putperest sofralarda yenen yemek cinlere sunulmuştur; yani sofradakiler, tıpkı İsrail Tanrı’ya sunulanları paylaştığı gibi, cinlere sunulanları paylaşmaktadır. Rabbin Sofrasında bir kurban olmadığı için, şimdiki tartışmasına netlik kazandırmak için Pavlus İsrail örneğini kullanmıştı. Pavlus’un vurguladığı nokta basittir: bu putperest sofralar aslında cinlere sunulan kurbanlardır, cinlere tapılması söz konusudur. Rabbin Sofrası aracılığıyla Rabbe ve diğer inanlılara bağlı olanlar hiçbir durumda cinlere tapılmasına ortak olamaz. Takip eden paralel cümlelerde bu daha da çok açıklanacaktır.
21 Pavlus onların cinlerle ortak olmalarını sadece ‘istemiyor’ değil. Son derece sert bir dil kullanarak ‘hem Rab’bin, hem cinlerin kâsesinden içemezsiniz; hem Rab’bin, hem cinlerin sofrasına ortak olamazsınız’ diyor. Bu sözler hem bir uyarı hem de bir yasaklama içerir. Sonraki retorik sorular ışığında bir uyarı teşkil ederler (a.22); iki eylemin bir arada olmasının imkânsızlığını göstermekle de bir yasaklamadırlar. İnsan sadece putperest tapınağında arkadaşlarıyla yemek yememektedir; putperestlik yapmaktadır, cinlere tapınmayı içeren bir putperestlik.
Buradaki retorikten, yazarın amaçladığından fazla anlam çıkartmamak gerek. Ama şunu vurgulamakta fayda var ki Pavlus yasaklamayı, a.16’daki sırayla Rabbin Sofrasının iki özelliğini kullanarak yapıyor. İlk olarak kişi ‘Rabbin kâsesini’ içiyor; dolayısıyla insan benzer şekilde ‘cinlerin kâsesinden’ içemez. Buradaki paralellik, putperest sofralarında ‘Sarapis’in kâsesi’ veya bir benzeri anlamında değildir. Kullanılan dil Hıristiyan sofrasından alınmıştır, Rabbin kâsesinden içmek sofranın dikey boyutuna işaret eder, yani onun ‘kanı’ sayesinde kişinin Mesih’te sahip olduğu antlaşmasal ilişkiye. Benzer şekilde kişi ‘cin’ Sarapis ile benzer bir ilişkiye sahip olamaz. İkisinin aynı anda olması mümkün değildir.
İkinci olarak kişi ‘Rab’bin sofrasına ortak olur’. Burada a.l6b-17’nin bir yansımasını görürüz ve sofranın yatay boyutuna değinilir. O gelene dek O’nun ölümünü ilan ederek Rabbin Sofrasına ortak olanlar (11:26), kutlanan Rablerinin ölümüyle birbirlerine bağlanmışlardır. Putperestlerle de durum aynıdır. Onlarınki cinlerin onuruna oluşmuş kutsal bir ‘paydaşlıktır’. Mesih aracılığıyla birbirine bağlanmış olanlar, cinlere sunulan sofralarda yer alanlarla ‘paydaş’ olamazlar.
22 Buradaki son sorular tartışmanın 10:1’de tekrar ele alındığı noktaya sert bir uyarıyla geri döner. Sorular bir önceki cümleye, a.2’ye bir alternatif sunarcasına ‘yoksa’ ifadesi ile bağlanır. Pavlus muhtemelen şöyle bir şey ima etmektedir, ‘yoksa iki yemekten de yiyip İsrail’in çölde yaptığı gibi Rabbi kıskandıracak mısınız?’ Bu ifadeyi retorik bir soru haline getirerek, ‘Rab’bi kıskandırmaya mı çalışıyoruz?’ diyor. Pavlus bu kelimelerle, putperestliği yüzünden İsrail’in Rab tarafından reddedilişini anlatan a.4’te kullanmaya başladığı ve a.20’de devam ettiği Musa’nın Ezgisi’ne atıfta bulunmaya devam eder (bu noktada Yas. 32:21). ‘Kıskanma’ terimi Tanrı’nın kendini tanıttığı EA ifadelerini yansıtır (Çık.20:5). Kutsallığı ve gücü doğrultusunda eşsiz benzersiz olarak görülmeli ve tapılmada bir rakibi olmamalıdır.
Bu, Tanrı’nın ‘kıskançlığına’ saf olmamayla meydan okumamamız gerektiği konusunda son bir uyarıdır. Pavlus’un ısrarla putperestlik olarak nitelendirdiği şey konusunda hakları olduğunu iddia ederek Tanrı’yı denemekle, bir şekilde Tanrı’ya meydan okumaktalar, eyleme geçmesi için O’nu kışkırtırlar. Delice cesaretlerinde kendi ‘güçlerinden’ öyle eminlerdir ki Mesih’in kendine meydan okurlar (krş. Yşa. 45:9-10). Ama 9:25 ve 10:12’deki uyarılarda ima edilen aptallıkları yüzünden eskatolojik ödüllerini kaybedeceklerdir.
Tartışma artık başladığı noktaya dönmüştür. Modem okuyucular için fazlasıyla dolambaçlı gelebilir; ancak mektuplarının cevabını okuyan ilk okuyucular için muhtemelen hiç de öyle değildi. Tek bir konu vardı, putperest sofralara katılma hakları için tartışıyor ve başkalarına da katılmayı teşvik ederek onları ‘geliştirmeye’ çalışıyorlardı. Pavlus Hayır diyor. İkinci eylem sadece sevgisiz değildir-ki Hıristiyan davranışları bilgiye değil sevgiye dayalıdır-eylemin kendisi Rabbin Sofrasında kutladığımız Mesih’teki yaşam ile tamamıyla uyumsuzdur. Dolayısıyla, böyle bir katılımın kesinlikle yasak olduğunu açıklıyor ve uyarıyor. Ancak konu kapanmış değildir. Her şey kesin değildir, henüz tartışmalı ve önemsiz olan konular vardır-kenarından putperestliğe dokunan konular bile. Pavlus henüz ‘haklar’ ve ‘özgürlük’ konusunda konuşmalıdır, bunlar da son bölümün konusudur (10:23-11:1).
Çeşitli şekillerde bu paragraf kilise için bir Söz olmaya devam etmiştir. Üçüncü Dünya ülkelerindeki inanlılar için anlam biraz daha nettir çünkü kendileri de çeşitli yemeklerin dini anlamları konusunda mücadeleler yaşar, bazen yemeğin ‘ilahın’ onuruna yendiği atalarının evlerinde bile. Batı kiliselerinde odak noktası genellikle a. 16-17 olmuştur, bölümün gerisi de bir takım tarihi bilgiler olarak görülmüştür. Pavlus’un yasakladığı şey cinlerle herhangi bir ilişkidir. Bunun çağdaş Batı kültürüne nasıl uyarlandığı belirsiz olabilir; muhtemelen Batıdaki Hıristiyanların çoğunun öğrenmesi gereken şey cinlerin onların düşünmek isteyecekleri kadar uzak olmadıklarıdır.
Ancak daha derin bir seviyede, analizci H.F. von Soden’in belirttiği gibi Pavlus tapmağa gitmeyi öylesine yasaklamıyor, cin-putlarına tapınma amacı güdenleri yasaklıyor. Von Soden der ki Pavlus baştan beri hem güçlü olanları hem zayıf olanları şu anda bulundukları noktadan ötesine götürmeye çalışmaktadır. Pavlus, güçlülerin törenler konusunda savunduğu ‘sihirli’ konumu (= uygun olmayan kutsalcılık), ve zayıfların direttiği kuralsal yasakları (= kuralcılık) reddetmektedir. Bunlar söz konusu olan endişelerdir ancak Pavlus’un buradaki asıl amacının bu olduğu şüphelidir. Asıl endişesi Mesih’teki yaşamlarıyla yenilenmiş olanlar için kesin olan şeylerin ne olduğu ve sadece adiaphora (tartışmalı, önemsiz konular) olan şeylerin ne olduğudur.
Yasaya dönmeden, yasanın Tanrı önünde doğrulukta durmak anlamına gelmesiyle Hıristiyan inancının belirli davranışları kesin kılan bir doğası vardır. Mesih’te tek bir bedenin üyeleri olmak, putperest faaliyetleri katılmayı kesinlikle imkânsız kılar. Nihai sadakat söz konusudur. İnsan hem Tanrı’ya hem de mammon’a-cinlere- hizmet edemez, modem dünyada bunlar ne şekilde olursa olsun. Rabbin Sofrasında oturup onun lütfundan ve özgürlüğünden faydalanmak dini ya da ahlaki uygunsuzluk hakkı vermez. Tam tersine, Mesih ve yeni antlaşma etrafında paydaşlıkta bizi birbirimize öyle bir şekilde bağlar ki, bu yeni çağda davranışlarımız ‘Mesih’in Yasası’na göre temellendirilir (9:21).
-
Çarşıda Satılan Etin Yenmesi Konusunda (10:23-11:1)
23 Her şey serbest’ diyorsunuz, ama her şey yararlı değildir, ‘Her şey serbest‘ diyorsunuz, ama her şey yapıcı değildir. 24 Herkes kendi yararını değil, başkalarının yararını gözetsin. 25 Kasaplar çarşısında satılan her eti vicdan sorunu yapmadan, sorgusuz sualsiz yiyin.
26 Çünkü ‘Yeryüzü ve içindeki her şey Rab ‘bindir.’ 27 İman etmemiş biri sizi yemeğe çağırır, siz de gitmek isterseniz, önünüze konulan her şeyi vicdan sorunu yapmadan, sorgusuz sualsiz yiyin. 28 Ama biri size, ‘Bu kurban etidir’ derse, hem bunu söyleyen için, hem de vicdan huzuru için yemeyin. 29 Senin değil, öbür adamın vicdan huzuru için demek istiyorum. Benim özgürlüğümü neden başkasının vicdanı yargılasın? 30 Şükrederek yemeğe katılırsam, şükrettiğim yiyecekten ötürü neden kınanayım?
31 Sonuç olarak, ne yer ne içerseniz ne yaparsanız, her şeyi Tanrı’nın yüceliği için yapın. 32 Yahudiler’in, Grekler’in ya da Tanrı topluluğunun tökezleyip düşmesine neden olmayın. 33 Ben de kendi yararımı değil, kurtulsunlar diye birçoklarının yararını gözeterek herkesi her yönden hoşnut etmeye çalışıyorum. 1 Mesih ‘i örnek aldığım gibi, siz de beni örnek alın.
Tapınak ziyafetlerine katılmak konusunda Korintliler’in söylediklerine karşı tartışmasını artık Pavlus sonlandırmakta. Ancak sonuca bağlanması gereken birkaç konu kalmıştır. Tapmaktaki kurban etini yemek kesinlikle yasaktır çünkü put-cinlere tapmayı içeriyor. Ancak çarşıda satılan kurban eti, ki anladığımız kadarıyla Pavlus da bu etten yemiş (krş. 9:19-23) ve bu yüzden eleştirilmiş (9:3; 10:29), başka bir konu.
Burada, Pavlus sanki 8. bölümdeki konuya dönüyormuş ve o bölümde de çarşıdaki kurban eti meseleymiş gibi yaygın bir anlayış vardır. Ancak bu görüşle ilgili birçok sorun çıkar karşımıza. Şunu fark etmeliyiz ki, 8. bölümde tartışılan konunun çok küçük bir kısmı burada devam ettirilir. Sadece ‘geliştirmek/yapıcı olmak’, ‘vicdan’ ve ‘rahatsız etmek’ ifadeleri tekrar edilir; ama bu durumda vicdan konusundaki endişe o kadar farklıdır ki bir anlam çıkartmak için insanın farklı bir seyirci (‘zayıflar’) grubu varsayması gerekir. Öte yandan, asıl önemli etkenler yoktur: putlar, putlara kurban edilen et, bilgi, ‘zayıf olanlar, tapmağa gitmek. Burada Pavlus sadece yemek hakkında konuşur, çarşıda satılan et. Ancak belli ki bu etlerinde daha önceden putlara sunulmuş olma veya putperest rahipler tarafından kesilmiş olma ihtimali büyüktür.
Ama sorun sadece et yemekten ötedir sanki. Tapınaklarda yemek konusundaki tartışmalarının doğası (8:1, 4, 8) ve Pavlus’u eleştirmeleri (9:1-3, 19-23), kesin olan şeyler ile adiaphora (önemsiz konular) arasında bir belirsizlik olduğuna işaret eder. Tapmağa gitmenin bir adiaphoron olduğunu iddia ediyorlardı, ancak Pavlus için bu kesinlikle yasak olan bir konuydu çünkü bu putperestlik yapmaktı. Aynı zamanda Hıristiyan davranışının temeli konusunda da hatalıydılar. Onlar için bir bilgi ve haklar (gnosis ve exousia) meselesiydi. Pavlus için bir sevgi ve özgürlük (agape ve eleutheria) meselesiydi. Bilgi ve haklar insanı gurura götürür; temelde Hıristiyanlığa karşı bir tutumdurlar çünkü altta yatan bencilliktir-istediğimi istediğimi zaman yapmakta özgürüm. Sevgi ve özgürlük yapıcıdır; bunlar Hıristiyan bir tutumdur çünkü altta yatan başkasının yararıdır-başkalarının da kurtulması (a.33).
Pavlus şimdi bu konuları çarşıda alman et hakkında örnekler vererek somutlaştırıyor. İki senaryodan bahsediyor: çarşıda alman et kişinin kendi evinde yeniyor (a.25-26), ve komşunun evinde yemeğe davetli olmak (a.27-29a). Ama genel olarak öyle görünüyor ki bu örnekler daha temel bir konuya işaret etmekte: önemsiz konularda exousia ve özgürlük. Dolayısıyla Pavlus’un iki endişesi var: 1) adiaphora olan konularda kişinin gerçekten özgür olduğunu vurgulamak. Bir Hıristiyan olarak sünnet (7:19), özel günlerin kutlanması (Rom. 14:5; Kol. 2:16) ve burada bahsettiği yemek konusunu da buna dâhil edecektir. 2) Kişisel özgürlük Pavlus için önemli bir şey olsa da Hıristiyan hayatının temeli değildir. Temel, başkalarının yararını gözetmektir. Dolayısıyla özgürlükle ilgili somut örnekler, başkalarının yararını gözetmekle ilgili bir parantez içine sıkıştırılmıştır (a.23-24, 31:11-1). Somut örneklerden birinde başkasının yararı için kendine hâkim olmakla ilgili hipotetik bir durum söz konusudur (a. 28, 29a). Hıristiyan davranışlarını yönlendiren şey yasa değildir, ama aynı zamanda Korintliler’in savunmakta oldukları exousia da değildir (a.23); yönlendiren, bir yanda başkalarının ‘yararı’ ve ‘gelişimi’ (a.23-24, 32-33), öte yanda Tanrı’nın yüceliği (a.31) bağlamında ‘özgürlüktür’.
Pavlus bu iki konuya aynı anda hitap ettiği için ve aynı zamanda bu konuya kişisel olarak da yatırım yapmış olduğu için, tartışmanın mantığında birkaç zor sıçrayış vardır. Bu özellikle 25. ayet için geçerlidir çünkü a.24’deki parantezi takip ediyormuş gibi değildir-hatta tamamen kopuk gibidir-ayrıca a.29b-30’da da benzer bir durum görüyoruz, a.29a’ya verilen bir tepkiymiş gibi görünür ama a.25-26’da verilen somut örneğe karşı bir savunmadırlar. Bu konular doğrultusunda ortaya çıkan en iyi çözüm onları, iki düşünce (kişisel özgürlük ve başkalarının yararı) arasında gidip gelen bir kiyasma olarak görmek. Sonuç olarak:
A (23-24) Ölçüt: başkalarının yararı;
B (25-27) Yemek konusunda kişisel özgürlük;
C (28-29) Ölçüt örneklendiriliyor: başkası uğruna
kendi özgürlüğünden vazgeçmek
B’ (29b-30) Kişisel özgürlük savunuluyor;
A (31-33f) Ölçüt genelleştiriliyor: öyle ki herkes kurtulsun
23 Neredeyse 6:12’nin aynısı olan bu açılış sözleri, 6:1-11’den sonra gelen cümlenin olduğu kadar anidir ve o bölümdeki gibi yeni bir konuya işaret ederler. Ama bu yepyeni bir konu değildir. Önceki tartışmanın sonlandırılmamış bir konusu, Korintlilerin exousia (‘hakları’) konusundaki, özellikle de Pavlus’un çarşıda satılan eti yemek konusundaki özgürlüğüyle bağlantılı olduğu için (9:19-23) olan ısrarlarıydı. Ama takip eden tartışma bu konuda bir savunmadan ibaret değildir; Pavlus, Hıristiyan davranışını açıklamak için yemek konusundaki kendi tutumunu bir örnek olarak verecektir ve ona göre bu örneğin kaynağı da Mesih’in kendidir (11:1)
Exousia konusunu tekrar ele alıyor ve onların kullandığı slogana hitap ediyor: ‘Her şey serbest’. 6:12’de olduğu gibi slogan iki defa yorumlanıyor, ilki 6:12’nin tıpa tıp aynısıdır: ‘ama her şey yararlı değildir’. Ancak 6:12’deki durumdan farklı olarak bu sefer bunun anlamı konusunda bir belirsizlik yoktur. Başkası için yararlı olmayandan bahsediyor. Bu ikinci yorumda netlik kazanıyor, burada yeni bir nokta gösterilmiyor ilki güç kazanıyor: ‘ama her şey yapıcı değildir’. Bu iki yorum birlikte, exousia’yı yenilgiye uğratıyor. Korintliler için exousia onların uygun gördüğü şekilde özgürce davranma ‘hakkı’ anlamına geliyordu. Pavlus ve 9:12 ve 18’deki kendi exousiası için bu, herkesin kölesi olma ‘hakkı’ demekti; ya da buradaki anlamıyla bedendeki diğer kişilerin ‘yararı’ ve ‘gelişimine’ katkıda bulunma ‘hakkı’ demekti. Onun için diğer şeyler gerçek exousia değildir.
24 23. ayette exousia konusundaki yorum şimdi genel bir parantezde tekrarlanıyor: ‘Herkes kendi yararını değil, başkalarının yararını gözetsin’. Pavlus’un mektuplarında ilk defa böyle bir formülle karşılaşıyoruz, ama Hıristiyan ahlak anlayışının o kadar temel bir noktası ki muhtemelen kiliseler verdiği öğretilerde yıllardır yer alan bir gerçekti. Hem Rom. 15:1-3 hem de Flp. 2:4’te Mesih’in örneğinde böyle bir temel vurguluyor ki bu tartışmasının sonunda da aynı noktaya dönüyor (10:33-11:1). Mektubun takip eden kısımlarında bu formülü sevgiyi tanımlarken kullanacaktır (13:5). Mesih ‘bizim için’ kendini verip öldüğünde, Pavlus’a göre sadece günahların bağışı için gereken kurban sunulmadı, aynı zamanda elçiliğin gerçek örneği gösterildi. Dolayısıyla ‘özgürlük’, ‘kendi yararımı gözetmek’ demek değildir; başkasını bina etmek ve onun yararını gerçekten gözetmek adına Mesih’te özgür olmak demektir.
25 Bu önceki ölçütte vurgulanan nokta ışığında, sonrasında gelen ‘uygulamalar’ için pek hazırlıklı olmuyoruz. İnsan, başkalarının hatırı için kendimizi dizginlemek konusunda örnekler bekliyor; onun yerine çarşıdaki et konusunda kişisel özgürlüğümüz hakkında iki somut örnekle karşılaşıyoruz. Daha sonra bu örnekler a.29b-30’da çok kişisel bir şekilde retorik olarak savunuluyor. Sadece a.28-29a’da başkaları için kaygılanıldığını görüyoruz. Bu tür bir tartışmanın anlamı ne?
Genelde, Pavlus’un asıl vurgulamak istediği noktanın a.28-29a’daki dizginleme konusu olduğu söylenir ya da farz edilir. 25-30 ayetlerinin amacının, adiaphora konularında kişisel özgürlüğü anlatmak olduğu daha olasıdır. Bu konularda, bilhassa yemek konularında, kişi özgürdür, çünkü a.30’da değinilmiş kutsama duasında kişi tüm yemeklerin kaynağının Tanrı olduğu ve bu durumda eti kimin kesmiş olduğunun önemli olmadığı kabul edilir (a.26’daki destekleyici metnin amacı budur). Öte yandan bu tür özgürlük, Mesih imanlısının hayatındaki nihai iyilik değildir. Bu yüzden başkası söz konusu olduğu durumlarda kişi kendini dizginleyebilir. Muhtemelen bu yüzden a.24 paranteziyle başlıyor, çünkü kişisel özgürlüğümüzün olduğu konularda bile bunu göz önünde bulundurmalıyız. Ancak bu parantez, davranışlar konusunda bir genelleme yapıp bir dizi kural koymaz. Dolayısıyla, başkalarının yararını gözetmek ölçütüyle başlıyor, ama sonra devam ediyor ve özgürlüğün gerçekten özgürlük olduğunu ve kişinin kişisel yaşamının başkaları tarafından yargılanmaması gerektiğini söyler.
Korint’teki günlük yaşam için Pavlus’un ‘kuralı’ oldukça basittir: ‘Çarşıda (macellum) satılan her tür eti yiyebilirsiniz ve bunu vicdan meselesi yapmayın’. Bu konuya değinmesinin sebebi, macellum’da satılan etlerin bazen rahipler tarafından kesilmiş olmasıydı, birçoğu da putperest kurbanlarla alakalıydı. Bu tür et Yahudiler için kesinlikle yasak olduğu için ve ilk zamanlarda ‘Yol’ inancını izleyenler Yahudiliğin bir tarikatı olarak görüldüğü için, Hıristiyanların çarşıdaki ete yaklaşımları hassas bir konuydu. Sünnet konusunda olduğu gibi Pavlus bu konuda da oldukça ‘liberal’ bir konum savunuyor. Yahudi yasası, etin puta sunulmadan önce yenmesine izin veriyorduysa ama sonrasında yenmesine izin vermiyorduysa buna karşı Pavlus diyordu ki, her şeyin kaynağı Tanrı’dır (a.26) dolayısıyla etin kurban edilmiş olup olmaması önemsizdir.
O zaman Korintliler’e diyor ki ‘alın ve yiyin’ ve bunu ‘sorgusuz sualsiz, vicdan meselesi yapmadan’ yapın. Anlaşılan o ki bazen macellum’da satılan etin kurban edilip edilmediğini araştırıp öğrenmek yaygın ve hatta Yahudiler için zorunluydu. O zaman Pavlus Korintliler’e böyle bir araştırmanın gerekli olmadığını söylüyor. Et ettir, alın ve yiyin. Öte yandan, ikinci örnekte (a.27) böyle bir ‘sorgulamanın’ daha da uygunsuz olacağı bir ortamda aynı ifade kullanıldığı için burada İngilizcedeki NIV çevirisinin verdiği anlam doğru olabilir: Bu konuyu sorgulamayın, ama aynı zamanda bunu bir mesele yapmadan alın ve yiyin. Tanrı için önemsiz bir konu olduğu için bizim için de önemsiz olması gerektiğini ima ediyor.
Ama Pavlus ‘vicdan huzuru için’ derken ne demek istiyor? Bu soru üzerinde fikir ayrılığı vardır. Bazıları diyor ki bu cümle, böyle bir araştırmayı kendi vicdan huzurumuz için yapmamalıyız, anlamına gelmektedir. Yani, kendin için bir sorun yaratmamanın en iyi yolu durumu araştırmamaktır. Ama bu durumda Pavlus’un ‘zayıf olanla konuştuğunu ya da asıl konunun ‘vicdan’ olduğunu farz eder, oysa bu görüş Pavlus’un asıl kaygısını tamamen görmezden gelir. Pavlus aslında diyor ki bu hiçbir şekilde bir ‘vicdan’ meselesi değildir, bu yüzden bir araştırma tamamen gereksizdir. Konu vicdandan tamamen ayrıdır, bu yüzden ‘vicdan huzuru için’ soru sormayın der.
26 Bu noktada Pavlus özgürlük konusundaki liberal görüşlerinin kaynağını gösterir: Mezmur 24:1, ‘Yeryüzü ve içindeki her şey Rab’bindir’. Her yemekte bir kutsama duasının okunmasını desteklemek için rabbiler bu ayeti örnek gösterirdi. ‘Yeryüzü ve içindeki her şey Rab’bin’ olduğuna göre insan yemeği için Tanrı’yı kutsamalıdır, yoksa Her Şeye Gücü Yeten’i dolandırmış gibi oluruz. Bu alıntıyla Pavlus neredeyse kesinlikle bu metnin yemek duasında Yahudiler tarafından kullanımını yansıtmakta, özellikle de 30. ayette ‘şükretmekten’ bahsettiğini göz önünde bulundurursak.
Ama burada Pavlus’un yaptıkları, farkında olsa da olmasa da, Yahudi geçmişine bir kinaye gibidir. Rabbiler bu metni yemekleri için Tanrı’ya şükretmek için kullanırlardı; ama bu yemekleri, duadan önce kesinlikle ‘incelenmiştir’. Pavlus şimdi bu metni tüm yiyeceklerin yenmesi anlamında kullanıyor, Yahudilerin yasakladığı yiyecekleri bile, hatta macellum’da satılan yiyecekleri bile-çünkü Tanrı tüm yiyeceklerin nihai kaynağıdır. İma edilen şu ki, yiyeceğin kendini kirleten bir şey yoktur. Sünnet konusundaki radikal açıklamaları haricinde, bir elçinin söyleyebileceği daha Yahudi-Olmayan bir ifade olamazdı herhalde.
27 Benzer bir şekilde Pavlus, Yunan-Roma dünyasında yaşayan birinin karşılaşabileceği başka bir yemek alternatifini ele alıyor (onlar için ‘restoran’ görevi gören tapmak yemekleri dışında)-başkasının evine davet edilmek. Bu noktada davetin kaynağı konusunda herhangi bir şüphe yok. ‘İman etmemiş’ birinden geliyor. 9:20-22’de zaten ima edilmiş olduğu gibi bu tür davetlerin kabul edilmesi uygundur (bu noktada da Yahudiler için önemli bir gelenek ihlal edilmiş olurdu); sizin ‘gitmek istemenize’ bağlıdır. Papirüs davetiyelerde ‘çağırmak’ fiili biraz teknik bir şekilde kullanıldığı için bazıları demiştir ki bu davet evde veya tapmakta olabilir. Ancak tapmakta olması neredeyse imkânsızdır, bu iki sebepten ötürüdür: 1) 28. ayette, iman etmiş olan kişi etin kurban eti olduğu konusunda bilgilendirilmek durumundadır; tapmakta yiyor olsalardı bunun onlara söylenmesine gerek olmazdı. 2) Von Soden aksini iddia etse de Pavlus tapınaklara gidilmesini kesinlikle yasaklamıştır; 10:1-22’de bu kadar sert bir şekilde tartıştığı bir konu hakkında birden bire daha yumuşak bir tavır sergilemesi pek olası değildir. Dolayısıyla, Pavlus’un da sıkça kabul (krş. 9:21) ettiği türlerden bir putperestin ev daveti söz konusu olsa gerek. Pavlus’un aklında şölenler olduğu, yani davetlerin kısmen dini olduğunu düşünmeye veya hayal etmeye hiç gerek yoktur.
Kişinin kendi evinde yemek üzere aldığı ette olduğu gibi, Pavlus (neredeyse aynı kelimelerle) diyor ki: ‘önünüze konulan her şeyi vicdan sorunu yapmadan, sorgusuz sualsiz yiyin’.
28-29a İki somut örneğin Korint’teki inanlılar için geçerli durumlar olduğu, ve Pavlus’un adiaphora konusunda kişisel özgürlük anlayışını ifade ettikleri varsayılır. Ancak Pavlus için kişisel özgürlük mutlak bir durum değildir; daima a.24’teki ‘kural’ ışığında değerlendirilir-başkasının yararını gözetmek. Dolayısıyla ikinci örnekte hipotetik bir durum anlatarak a.24’teki ölçütün kişinin özgürlüğünü nasıl dizginleyeceğini örnekler.
Daha zor olan bu ‘birinin’ Pavlus’un aklında nasıl bir kişi olduğunu tahmin etmektir. Seçenekler: 1) ev sahibi; 2) başka bir putperest misafir; 3) başka bir inanlı. Bu seçeneklerin hepsinin güçlü ve zayıf yanları vardır. Bu kişinin ‘vicdanı’ konusundaki kaygılar başka bir inanlının söz konusu olduğu 8:7 ile benzerlikler taşısa da, bu metin öyle bir bağlam ima etmez. Hatta a.32’de Hıristiyan olmayan birinin tökezlemesine sebep olma ihtimalinden bahsedilir ve a.33’te bir örnek teşkil eden Pavlus’un kendi davranışları, 9:20-23 ve Hıristiyan olmayanların kurtulması kaygısını net bir şekilde yansıtır. Ancak bu seçeneğin en zor tarafı, ve diğer bir seçeneğin desteklenmesine neden olan şey, Pavlus’un hayali konuşmacısının putperest bir bakış açısından konuşması ve Yahudi-Hıristiyanların dediği gibi ‘put eti’ (eidolothyton) değil-ki Pavlus önceki bölümlerde bu kelimeyi kullanmıştı- de ‘kurban etidir’ (hierothyton) demesidir. Tabi ki kişinin eski putperest diline dönüş yapmış olması mümkündür; ama bu durum Pavlus’un uydurduğu bir durumdur, gerçek bir olayın aktarılması değildir. Pavlus’un uydurduğu bu konuşmada kişi putperest bir dille konuştuğuna göre, bu konuşmacının bir Hıristiyan olduğunu düşünmesi pek olası değildir. Diğer iki seçenek arasından da ev sahibini kastediyor olması pek muhtemel değildir çünkü belirsiz bir zamir olan ‘biri’ ifadesini kullanıyor. Önceki cümledeki özneyi kastediyor olsaydı ‘bu kişi’ gibi bir ifade kullanması ya da hiçbir özne kullanmaması daha doğru olurdu (krş. 7:36).
O zaman Pavlus’un, putperest olan başka bir misafiri kastettiğini varsayabiliriz. Ama bu iki soruyu cevapsız bırakır: 1) Pavlus’a göre, bu tür bir bilginin ardındaki motivasyon nedir? 2) İman etmiş kişinin kendini dizginlemesi ile bu putperestin ‘vicdanı’ arasındaki bağlantı nedir? Ya da başka bir deyişle, bir Hıristiyan’ın yaptığı ya da yapmadığı şey bir putperestin ‘vicdanını’ nasıl etkiler? İlk sorunun cevabı Pavlus’un anlatmak istediği şeyle ilgisiz olsa da, görünen o ki putperest kişi imanlı olan kişiye ‘yardım etmeye’ çalışmaktadır, yani o sınamaya çalışmamaktadır. Böyle bir senaryoyu hayal etmek zor değildir çünkü Yahudi olmayanlar Yahudilerin yemek konusunda ne kadar pimpirikli olduklarını bilirdi ve o noktada Hıristiyanlığı henüz Yahudiliğin bir tarikatı olarak görüyorlardı.
Ancak ikinci soru daha zordur. Pavlus’a göre hem ‘bunu söyleyen için’ hem de ‘vicdan huzuru’ için yememek gerek. Vicdan meselesi hemen 29s ayetinde açıklanır: ‘senin değil, öbür adamın vicdan huzuru için’. Bu netleştirme gerekli görünür; yoksa a.28’deki cümle hem özgürlüğü kısıtlar hem de iki defa yasakladığı şeye-yani yemeğin Hıristiyan vicdanıyla ilişik görülmesine- izin verir. Peki ama putperest bir kişinin vicdanıyla nasıl bir ilişkisi olabilir? Muhtemelen çok küçük bir ilişkisi vardır. İpucu ‘vicdan’ kelimesinin anlamında yatar, onu ‘ahlaki bir hakem’ olarak değil ‘ahlaki farkındalık’ olarak algılamalıyız. Hıristiyan olan kişiye etin kurban eti olduğunu söyleyen kişi bunu ahlaki mecburiyetten yapmıştır çünkü Hıristiyanların, Yahudiler gibi, bu tür eti yemeyeceklerini düşünmektedir. O kişiye tökezleme taşı olmamak ve o kişinin Hıristiyanlardan ahlaki beklentisini boşa çıkarmamak için ve gerçekte bu Hıristiyanlar için ahlaki farkındalık meselesi olmadığı için kişi böyle bir durumda kendini dizginlemelidir.
Metni bu şekilde anlayışımız doğru ise o zaman genelde anlaşıldığı üzere Pavlus başka bir inanlının vicdanının başka birinin eylemlerini sınırlamasından bahsetmemektedir. Bu gözlemde önemli olan nokta, Pavlus’un hiçbir Hıristiyan’ın yiyecek konusunu Hıristiyan bir mesele haline getirmesine izin vermemesidir. Romalılar 14’te insanların farklı şekillerde düşünmelerine izin verirken bile bunu yapmamaktadır.
29b-30 Ancak Pavlus’un kaygısı, a.24’deki ölçütte anlatılan özgürlüğün sınırları konusunda değildir henüz; bu konuya a.31-11:1 ‘de dönecektir. Şimdilik kaygısı özgürlüğün kendidir. O zaman başkasının evindeki sofradan et yeme konusunda yorum yaptıktan sonra-kişinin yeme alışkanlıkları konusunda düşünmesi gerekeceği tek muhtemel yer- bu yorumdan yola çıkarak özgürlük konusunda son bir şeyler söyler. Ancak bunu yaparken kullandığı retorik o kadar ani ve neredeyse alakasızdır ki, yorumcular için zor bir nokta oluşturmuştur. Çeşitli çözümler sunulmuştur ancak hiçbiri ikna edici değildir. En iyi cevap, Pavlus’un 9. bölümde kullandığı dili çağrıştıran ‘benim özgürlüğüm’, ‘yargılamak’ ve ‘kınanmak’ ifadelerinde yatar. Bu ayetlerde 9:19-23’teki cümlelerin öyle çok yankısı vardır ki muhtemelen yeniden çarşıdaki et gibi adiaphora olan konularda Hıristiyan özgürlüğü konusuna değinmektedir. Tekrardan kendini savunma gereği duymuştur çünkü tam bu konuda onlar da Pavlus’u yargılıyorlardı.
Dolayısıyla ilk soru orijinal Grekçede önceki cümleye bir ‘çünkü’ ifadesiyle bağlanır ve kişinin kendi vicdanı değil ama diğer kişinin vicdanının bu tür davranışlardan nasıl etkilenebileceğini açıklayacakmış hissi verir. Onun yerine, Tanrı’nın yiyip yemediğimizle hiç ilgilenmediği bu tür konularda başka bir kişinin vicdanının onun özgürlüğünü sınırlaması fikrine karşı Pavlus birden bire parlıyor ve onu suçlayanlara haykırıyor: ‘benim özgürlüğümü neden başkasının vicdanı yargılasın?’ İngilizce NIV çevirisinin sunduğu alternatif çevirinin Pavlus’un kastettiği anlam olduğu mümkündür (‘Niye benim özgürlüğüm yargılansın?’ ç.n.). Yani ‘Neden insan özgürlüğüne a.28-29a gibi bir şeyin olmasına izin versin?’ Bu görüşle ilgili problem şu; hiçbir cevap alamayız, özellikle de ikinci soruya, bunu da retorik ve inanç savunması şeklinden farklı bir şekilde anlamak güçtür.
Bu yüzden ilk soruya ikinci bir soru ekliyor, ‘şükrederek yemeğe katılırsam, şükrettiğim yiyecekten ötürü neden kınanayım?’ Bu soruyla bu ani parlama a.28-29a ile değil de a.25-26 ile bağlanır. Bir başka deyişle şöyle demektedir: ‘Şükrederek yiyorsam [a.26’ya atıfta bulunmaktadır ve birazdan söyleyeceği ‘şükran duasını’ öngörmektedir], niye şükrettiğim [yani ‘şükran duası sunmuş olduğum’] şey için kınanıyorum? Öyle görünüyor ki Pavlus, Yahudi evlerinde ‘yeryüzü ve içindeki her şey Rab’bin’ olduğu için söylenen kutsamanın anıldığı a.26’ya atıfta bulunmaktadır. Eğer yiyeceğini bu şekilde kutsamışsa (a.27’deki putperest evde böyle bir kutsamanın gerçekleşmiş olduğu pek muhtemel değildir), o zaman Korintliler veya bazıları, onu bu konuda nasıl yargılarlar. O Greklere Grek, Yahudilere Yahudi’dir. Yiyebilir, yemeyebilir de. Ama yerse, bunu a.26’daki kutsama ışığında yiyordur, dolayısıyla da kimse tarafından yargılanamaz.
31-32 Önceki cümlelere ‘sonuç olarak’ ifadesiyle bağlanan bu öğüt dizisi aracılığıyla Pavlus 8-10 ve özellikle 10:23-11:1 bölümleri arasında süren bu uzun tartışmayı sonlandırıyor. Şu anda önemsiz konularda nasıl davranılması gerektiğinden bahsediyor, bu da Hıristiyan’ın kendi yararını değil komşusunun yararını gözetmesi gerektiği ilkesiyle başlamıştı (a.23-24). Ancak bu özgürlüğün olmaması anlamına gelmez, çarşıdaki etin yenmesi gibi somut bir örnek kullanarak, bu konuda özgürlüğün olduğuna ısrar eder çünkü bu konuların Hıristiyan’ın vicdanıyla bir alakası yoktur. Tanrı’nın her şeyin sahibi olduğunu beyan eden kutsama duası sofrada okunduktan sonra, hiçbir Hıristiyan bu konuda bir kardeşini kınayamaz. ‘Sonuç olarak’ diyor Pavlus a.23-24 ve 25-30 ışığında, bu konularda Hıristiyan davranışlarını iki buyruk yönlendirmelidir. Öncelikle her şey Tanrı’nın yüceliği için yapılmalı (a.31), ikinci olarak da kimsenin -ne Grek, ne Yahudi, ne de imanda bir kardeşin- tökezleyip düşmesine neden olunmamalı (a.32). Böylece a.31 özgürlük konusunu alır ve odaklar; a.32 de özgürlüğün uygun bir sınırlanması koyma konusunu, davranışlarımızın başka bir kişiye olan etkisi bağlamında ele alır.
İlk buyruktaki şart kipi, somut olan yemek eylemi ile başlar, genelde beraberinde gelen içmek eylemiyle devam eder sonra da ‘ne yaparsanız’ diyerek tüm eylemleri kapsar. Bu, a.28’deki sınırlama hitaben söyleniyor olabilir; ama daha büyük bir ihtimalle adiaphora olabilecek tüm eylemleri kapsamak üzere genelleştirilmiştir. Tüm bu şeyler ‘Tanrı’nın yüceliği için’ yapılmalıdır. Burada özellikle a. 30’daki ‘şükran’ temasını tekrar ele alıyor Pavlus, her şey Tanrı’nın ve O’nun yüceliği için olduğu için Tanrı kutsanmalıdır, ama aynı zamanda bakış açısını genişletmektedir. Kişinin tüm hayatı Tanrı’nın yüceliği için olmalıdır, sadece şükranla andığımız ve O’na ait olduğuna inandığımız şeyler değil. Pavlus ayrıca, bu ‘kuralın’ davranışlarımızın uygunluğunu denetlemesini istiyor. Tanrı’nın yüceliği için olmayan veya olamayan şeyler muhtemelen ‘ne yaparsanız’ kıstasının dışında olmalı.
33.ayetin de net bir şekilde belirttiği gibi, ikinci buyruk a.23-24’deki endişeleri tekrar gündeme getirir. Ancak bu sefer bu endişe daha olumsuz bir şekilde ifade edilmiştir: ‘Yahudilerin, Grekler’in ya da Tanrı topluluğunun tökezleyip düşmesine neden olmayın’. İlk bakışta bu ayet, kişisel özgürlük ile ilgili önceki ayetleri iptal ediyormuş gibi görünür. Kişi bu kategorilerdeki insanlardan hiçbirine tökezleme taşı olmadan nasıl yaşayabilir insan? Tabi ki Pavlus’un vurgusu kasti olan davranışlardır. Yani ‘yemek, içmek, vb.’ konularında kişi kasti bir şekilde başkasına engel olacak yönde davranmamalıdır. ‘Tökezlemesine neden olmamak’, ‘birini incitmek’ anlamına gelmemektedir, başkasının müjdeyi duymasına engel olmak ya da hali hazırda imanda kardeşimiz olan bir kişiyi dışlamamak anlamına gelmektedir. Kişi kategorileri bilinçli olarak verilmiştir ve 9:20-22’deki dili yansıtır. Sonraki iki ayetin de açıkladığı gibi Pavlus onların, daha önceki ‘savunmasında’ anlattığı davranışını örnek almalarını istiyor. Dolayısıyla, onların Pavlus’u yargılamış olduğu davranışları onların yapması için onları teşvik ediyor: Yahudilerle Yahudi, Greklerle Grek, Tanrı’nın topluluğuyla da bir kardeş olmak.
Sonuç olarak ‘özgürlük’, kişi başkalarını düşünmeden istediği gibi davranabilir anlamına gelmez; özgürlüğün sınırlandırılması da başkasının vicdanının bizim eylemlerimizi kontrol etmesi anlamına da gelmez. Tam tersine her şey Tanrı’nın yüceliği ve Müjde’nin uğruna yapılmalıdır, yani herkesin yararına yapılmalıdır ki Pavlus’a göre bu da insanların kurtulabilmesi anlamına geliyor (a.33). Böylece iki konu da sadece ‘davranış kuralları’ olmaktan çıkıyor. Yemek ve içmek önemsiz konulardır, yemek veya içmek konusunda hakkı olduğunu iddia eden onu önemli hale getirmektedir. Öte yandan gerçekte önemsiz olduğu için, gerektiğinde müjde uğruna kişi kendine bu konuda hakim olmak için özgürlüğünü kullanabilir.
33 Pavlus’un parantezlerinde sıkça olduğu gibi, kendini bir örnek olarak gösterir ve başkalarını onu izlemeye teşvik eder (öz. bkz. 4:15-17). Cümlenin başındaki ‘ben de’ ifadesine göre Pavlus önceki iki buyruğa özellikle de a.32’ye atıfta bulunmaktadır. Böylece önceki ayetteki olumsuz ifade tekrar açıklanmaktadır ve bunun için a.23-24’de başlayan parantezin dilini kullanmaktadır. ‘Herkesi her yönden hoşnut etmeye çalışıyorum’. Bahsedilen üç kategori ve cümlenin başında belirttiği arzu ‘kurtulsunlar diye’, 9:20-22 ile benzer bir anlam içerdiğine işaret eder-ya da bu o bölümün bu ayetler ışığında tekrar değerlendirilmesi gerekiyor.
Şunu vurgulamakta yarar var ki müjdeleme anlamında ‘insanları hoşnut etmek’ aslında Pavlus’un dikkat ettiği bir konu değildir (1Se.2:4; Gal.1:10). O bölümlerde insanların beğenisini toplayacak şekilde davranan gezici filozof veya dini şarlatanın özellikleri konusunda konuşmaktadır. Pavlus’un kaygısı onların hoşnut olması değil, davranışlarının insanların kurtulmasına engel olmaması yönündedir. ‘Tanrı topluluğu’ kategorisi konusunda Pavlus’un yorumu Rom. 15:1-3’te bulunur, burada ‘insanları hoşnut etmek’, ‘komşusunu ruhça geliştirmek… iyiliğini gözetmek’ olarak tanımlanmıştır ve Mesih’in çektiği acılar örnek verilmiştir.
Dolayısıyla Pavlus a.23-24’teki dili tekrar eder: ‘herkes kendi yararını değil başkalarının yararını gözetsin’. Aynı zamanda burada 9:22’de kullanılan dile benzer bir anlatım görüyoruz: ‘kurtulsunlar diye’. Yani ‘ne yapıp yapıp bazılarını kurtarmak için herkesle her şey oldum.’
11:1 Bu son öğüt de YA’daki bölüm ayrımlarının bir kurbanı olmuştur. Kullanılan dil ve konu açıkça gösteriyor ki bu ayet 10:23-33 parantezine aittir. Pavlus’un kendini örnek göstermesi yeterli değildir, tıpkı onun ‘Mesih’i’ örnek aldığı gibi onlar da onu ‘örnek’ almalıdır. Pavlus’un bu fikri konusunda bkz. 4:16. Buradaki vurgu kesinlikle Mesih’in örneğidir, Pavlus için de bunun odak noktası çarmıhtır. Dolayısıyla 1-4 bölümlerinde olduğu gibi, bilgi ve bilgeliğe dayalı davranışlarının çözümü, çarmıha gerilmiş Mesih’tir.
Böyle güçlü bir ifadeyle, ‘putperestlik’ ve ‘putlara sunulan et’ konusundaki tartışma sona erer. Davranışlar önemsiz değildir; ancak onları yasa yönetmez, en azından Mesih’teysen. Bazı davranışlar Mesih’te olan bir yaşamla beraber devam ettirilemez ve dolayısıyla da kınanmalı (10:1-22); ancak bazı şeyler de tamamen önemsizdir. Kişi bu konularda özgürdür; ancak Mesih’in örneği bizi yönlendirmeli ve O ‘kendini hoşnut etmedi’, başkalarının kurtulabilmesi için hakaretlere dayandı (Krş. Rom. 15:3).
Bu bölüme rağmen, adiaphora olan konularda kişisel özgürlük ve başkaları uğruna özgürlüğün sınırlandırması konuları kilisede bir sorun olmaya devam etmektedir. Genelde savaş neyin adiaphora olduğu etrafında dönmektedir. Bu konuda muhafazakâr olanlar Pavlus’un kendi görüşünün ne kadar ‘liberal’ olduğunu fark etmemektedir. Dolayısıyla geleneksel kurallar konusunda Pavlus pek dinlenmez. Öte yandan, başkalarının zarar görmesine sebep olsa da özgürlükte ısrar etmek de Kutsal Kitap’a uygun değildir. Ne var ki çağdaş ortamlarda ‘tökezleyenler’, Mesih imanlısı olmayanlar veya yeni iman etmiş olanlar değil, kendi kurallarını Tanrı’nın ebedi iradesi zannedenlerdir.